Önsöz
Giriş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Giriş2
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
 İçindekiler
 E-Posta
 Ana Sayfa 
 Seyir
 
 
18  MUHAMMED VE  İSLAMİYET
 
 
İSLAMİYET’İN KÖKLERİ
MUHAMMED’İN MİSYONU
İSLAMİYET’İN MİSYONU
MUHAMMED VE KURAN
İSLAM’IN YAYILIMI
İSLAM VE HIRİSTİYANLIK
MUHAMMED DÖNEMİNDEN ALINACAK DERSLER
SONUÇ
 
 
 
 
 


Geçtiğimiz 2000 yıl süresince, takdirsel açıdan değerlendirildiğinde iki çok önemli gelişme yer
aldı. Bunlardan ilki, Hıristiyanlığın doğup, dünya çapında yayılışı, ikincisi ise İslamiyet’in
ortaya çıkışı ve dünyanın ikinci büyük dini olarak gösterdiği inanılmaz yükseliş grafiği oldu.
Yirminci yüzyılın sonuna geldiğimiz bu günlerde, dünyadaki beş milyar insandan neredeyse
yarıya yakını, İslamiyet’in Hıristiyanlığa nazaran daha hızlı bir büyüme grafiği göstermesi
sonucu, ya Hıristiyan ya da Müslüman’dır. Bu konuda, İslam’ın bu denli belirgin yayılımının
ardımdaki takdirsel gerekçeleri inceleyeceğiz.
 

İSLAMİYET’İN KÖKLERİ

12.konuda da tartışıldığı gibi , İbrahim’in iki oğlundan büyüğü olan İsmail, ibrahim’in iman
atası olma pozisyonu, ikinci oğul İshak’a geçtikten sonra, Tanrı’nın daha önce söz vermiş
olduğu kutsamaya ulaşamadı. İbrahim, Tanrı’nın kendisinden sunmasını istediği hayvanları sunma
aşamasında hatalı davranışını telafi etmek için oğlunu kurban olarak sundu. Tanrı’nın asal
(orjinal) planına göre, İbrahim, iman, iki oğlu ise (İsmail ve İshak) birlik temelini atmakla
yükümlü idiler. Bu plan gereği gibi yürüse idi, Tanrı’nın kutsaması da doğal olarak aynı dönem
içinde, hem İshak’ı, hem de İsmail’i merkez alabilecekti.

Ancak, İsmail, İbrahim ailesindeki bu takdirsel rolü ve o rolle birlikte kendisine ulaşacak kutsa-
mayı kendi hatası sonucu yitirmediği için, Tanrı’nın onu kutsayacağına ilişkin sözü de, zaman
içinde yerine getirilmek üzere saklı kaldı. Yakup gibi, İsmail de her biri bir oymağın başı olan 12
oğula sahip oldu. İsrail’in 12 oymağı ile kuzen pozisyonunda olan bu 12 oymak, aynı zamanda
bugünkü Arapların da ataları idi. İsmail’in soyundan gelenler, kutsamadan kendi hataları olma-
masına rağmen yoksun kaldıktan sonra, doğal olarak İsraillilere karşı duyulan tarihsel bir
içerleme duygusunun ruhsal yükünü de miras aldılar.

Onarım takdiri içerisinde, belli bir kutsamaya ulaşma yöntemi, Tanrı’nın Habil kanalı ile Kabil’i
yükseltmesine dayalı olduğu için, Tanrı için öncelikli ilk hedef, her zaman Habillik pozisyonunun
tesisi sonrasında da Habil merkez olmak üzere, Tanrı’nın tüm kutsamalarının hiç bir ayırım gözet-
meksizin tüm insanlığa ulaştırılması şeklinde gelişti.

İshak’ın Habil pozisyonundaki oğlu Yakup, kardeşi Esav ile birlikte büyük bir başarı ile birlik
teme-lini tesis ettiğinde, İshak’ın tüm aile bireyleri, Tanrı’nın kutsamasına hak kazandı. Ve Tanrı,
böylelik-le, Yakup’un soyundan gelenleri, gerçek ebeveynler için gerekli temellerin bireyden, millet
seviyesine yükseltilmesi için seçti. Bu insanlar, İbrahim ailesinin atmış olduğu başarılı temelleri bağlı
bulunduk-ları kan bağı ile miras alma hakkına da hep birlikte sahip oldular.

Evrensel habil figürler olarak, gerçek ebeveynler, Tanrı’nın kutsamalarını, İsmail’in soyundan gelen-
leri kapsayacak şekilde insanlığın  tüm geri kalanı ile paylaşmak durumundadırlar. O nedenle,
İsmail’in soyundan gelenlere kucak açıp, sevgi göstermek, hizmet etmek, böylece o kesimi de gerçek
ebeveynleri karşılama hazırlıklarına dahil etmek, ishak’ın soyundan gelenlerin yükümlü oldukları
çok önemli bir misyon idi. Tanrı’nın merkez takdirine bu şekilde katılmak ile, ismail$in soyundan
gelenler Tanrı’nın kutsamalarına erişip, İsrailoğulları’na duyulan kini altetme şansına sahip
olabilirlerdi. Ne var ki, bu işbirliği gerçekleşemediği ve Araplar ve Yahudiler arasındaki bu içerleme
onarılmadığı için, aralarındaki ilişkiler de bugüne dek hep problemli olarak süregeldi. Bu tarihsel kin
ve düşmanlık, ancak, gerçek ebeveynlerin, ibrahim’in her iki oğlunun soyundan gelenlere göstereceği
gerçek sevgi olgusunun sağlayacağı onarım ile mutlak biçimde son bulacaktır.

Onarım takdiri çalışması, daima, gerçek ebeveynler için gerekli temellerin atılmasına dayalı
olarak yürüdüğü için, bu hedefin gerçekleşmesi için merkez alınan ana tarihsel yol da,
Tanrı’nın tüm insanlık için en fazla verimli çalışabileceği kesimi, merkez aldı. Dolayısı ile,
Tanrı’nın seçtiği insan ve kitlelere, özel bir ihtimam ve yol göstericiliğinin ardından , gerçekte
kitle aracılığı ile tün dünyanın onarılması isteği yatmaktadır. Dikkat edilirse, gerek
Kitab-ı Mukkaddes, gerekse de Kuran’da Yakup’un soyundan gelen merkez figürlerin (Yusuf
Musa, Yeşu, Davut, Süleyman v.s.) hayatları ağırlıklı incelenmektedir. Bunun nedeni bu soyun,
onarım tarihinin daha önceki konularında önem ve sorumluluğu vurgulanan soy olmasıdır.

İsmail’in sahip olduğu takdirsel önemden ötürü, Yakup’un soyunu yürütenlerin yaşamlarında,
İbrahim’in ailesinin bu iki kanadını biraraya getirme yönündeki çabalarının yanısıra, Tanrı’nın
İsmail’in soyu için duyduğu kaygı da açıkça gözlenmektedir. Örneğin, Musa, Mısır’dan sürgüne
gönderildiğinde , Yetro adındaki Arap bir çiftçi tarafından korundu ve yine, her iki tarafın,
ortak takdir çalışmasında yer almasına imkan sağlayacak temelleri oluşturacak şekilde onun
kızı Tsippora ile evlendi. Musa’dan sonra, takdir çalışmasının aksayarak ertelenmesi ise,
Araplar ve Yahudiler arasındaki birliğin sağlanmasına yönelik bir gelişimin oluşumuna maalesef
sekte vurdu.

Hakimler dönemi boyunca, Habil pozisyonunu hangi kesimin üstleneceği, Kenan diyarının Kabil
unsurlarından net bir şekilde ayrılamamasından ötürü bir süre belirsiz kaldı. İsrail’in, Habil bir
millet olarak görevlendirileceği şartlar oluştuğunda ise, bu kez Süleyman, halkını Tanrı ve Musa
yasası ile bütünleştirmede başarısız olduğundan, Şeytan’ın İsrail’e müdahale hakkının doğmasına
böylece de , bu milletin Habillik misyonunu yerine getirememesine yol açtı. Süleyman ve Saba
Melikesi, İbrahim ailesinin iki kanadını biraraya getirip, uzlaştıracak örnek bir çift olabilecekler-
ken, bu birlik temeli de , Süleyman’ın imanındaki sarsılma yüzünden gerçekleşemedi.

Isa’nın, insanlığın gerçek ebeveyni olarak yollandığı zamana dek ise herhangi bir başka zemin
oluşmadı. İsa, geldiğinde, kendisinin de sık sık üstüne basarak ifade ettiği gibi, misyonunun yal-
nıza Yahudileri kurtarmaya yönelik olmadığı, bütün insanları hedeflediği gerek sözlerinde gerekse
de davranışlarında açıkça gözlendi. Gerçek ebeveynlerin misyonu bu idi. Doğumu sonrasında,
Arap ve Pers topraklarından İsa’ya hizmetlerini sunmaya gelen bilginler, Tanrı’nın  İsa kanalı
ile İsmail’in soy ağacından gelenlere de kutsamasını ulaştırabileceği görüşünü de aktardılar. Ancak,
İsa, İsrailliler tarafından kabul edilmediğinde, bu misyonu yerine getirebilmesine set çekildi. Dolayısı
ile de Tanrı’nın kutsamaları, İsrailliler’e ve de İsmail’in soyundan gelenlere yine ulaşamadı. İsa’nın haç
üzerinde iken Şeytan’ı alt ederek kazandığı zafer ve böylece gerçek ebeveynler için gerekli ruhsal
temelin oluşması ile birlikte ise Hıristiyanlar, başlangıçta İsrailliler için söz konusu olan gerçek
ebeveynler için gerekli temelleri oluşturma misyonunu devraldılar.

Böylece, ilk 400 yıllık Hıristiyan dönemi, İsa’nın yolundan gidenlere, takdir çalışmasının ilk
4000 yılının (Adem’den İsa’ya kadarki kitaplarda belirtilen dönem) telefi edilmesi imkanını
sağladı. Ne var ki, bu dönemin sonunda, kilise, ciddi bir bölünme sürecine girdi ve beş ana ekles-
yastik birimin yanısıra bu birimler arası çok sayıda gruplaşmalara da sahne oldu. Oysa ki, bir
birlik temeli merkezinde tüm dünyayı aydınlatacak şekilde gerçek ebeveynler için gerekli temelleri
atabileceklerken, kilise öncelikli bu işlevine, ancak yüzyıllar sonra Protestan Reform hareketi ile
kendini arındırdıktan sonra ağırlık vermeye başladı.

En kritik dönemler olan beşinci ve altıncı yüzyıllarda, Hıristiyanlık tarafından kucak açılması
gereken en önemli toplu, İbrahim’in oğulları İshak ve İsmail’in soy ağacından gelen Yahudi
ve Arap toplumları idi. Hıristiyanlığın tıkandığı nokta, gerçek ebeveynler için gerekli temellerin
atılmasında bu toplum birimleri ile bütünleşememesi oldu. Bu dönem ertesinde Yahudiler, kendi
tarihlerinde Tanrı’ya yönelik sorumlulukları yerine getirmemelerinin yanısıra bir takım yan
problemlerle birlikte, uzun ve karanlık bir acı dönemine girdiklerinde Tanrı’nın da, ataları İbra-
him’e söz vermiş olduğu üzere, İsmail’in soyundan gelenlerin ruhsallıklarını yükseltmek üzere
Muhammed’i peygamber olarak İsmail soyundan gelenlere göndermesi kaçınılmaz hale geldi.
 

MUHAMMED’İN MİSYONU

Tanrı, İsmail soyundan gelenlere, daha önceden söz vermiş olduğu gibi, kutsamasını direkt olarak
ulaştırmak ve Arap halkı bünyesinde Hıristiyanlarca yarım bırakılanları tamamlamak üzere ,
Muhammed’i peygamber olarak bu topluma yolladı.  Tarihsel olarak, İslam, İsa’nın Hıristiyanlığa
hayat vermesinden sonra ortaya çıkan tek peygamber çıkışlı dindir. Bu özelliği, Muhammed’i
İbrahimi dinlerinde de en son peygamberi yapmaktadır.

Muhammed’in misyonu, İsmail’in soyunu, putperest inançlardan ayıklayıp, arındırmak ve gerçek
ebeveynlere hazırlık aşamasındaki takdirsel rolünü tamamlamasına yardımcı olacak şekilde,
Tanrı gerçeği hakkında açık bir şekilde bilinçlendirmek idi. Bu şekilde, Muhammed, İsmail’in
soyundan gelenlerle birlikte, gerçek ebeveynler için gerekli temeli atacak ve onları, merkezi onarım
takdirine odaklayabilecek idi.

Esinlemelerle zenginleşmiş Muhammed’in öğretisi, doğduğu şehir olan Mekke halkının çok tanrılı
inancına yönelik radikal bir eleştiri ve Yahudi ve Hıristiyan peygamber  söz ve kutsal metinlerinin
de bir doğrulaması (teyidi) idi. Halkına tanıttığı belli başlı doktrinlerde, hep tek Tanrı inancı
ve Tanrı’nın yaradılış ideali, insani sorumluluk, insanın düşüşü günah olgusunun cezalandırılacağı
ve de sonunda kötülük dünyasının yok edileceği gibi konular üzerinde ağırlıklı olarak durdu.
Muhammed, aynı zamanda İsa’nın mitolojik bir boyut kazandıran kişiliğine de, onun Tanrı değil
insan olduğunu vurgalamakla açıklık getirdi. Ayrıca İsa’nın haç üzerinde ölmesinin Tanrı’nın
iradesi olamayacağını belirtti.

Muhammed’in öğretileri, İslam’a inananlar için Tanrı’ya mutlak teslimiyet yönündeki temel mesajı
oluşturdu. Muhammed, bu öğretisini, Tanrı’ya bu şekilde yaklaşan herkesin Müslüman varsayılacağı-nı,
dolayısı ile İbrahim’in bile ilk Müslümanlardan olduğu şeklinde bir ifade ile perçinleşti. Muhammed
İslamiyet kanalı ile , Tanrı’nın Araplara ve Müslüman inancını takip eden diğerlerine ulaşabileceği
şekilde belli bir uygarlık birimi yaratarak, İsmail’in o güne dek dağınık kalmış kavimleri arasındaki
birliği de sağladı.

Muhammed’in misyon ve öğretisi, altıncı ve yedinci yüzyıllarda küçük doktrin ayrılıklarından ötürü
kilise dışına atılan bir takım gruplarla birlikte Hıristiyanlık olgusuna ciddi zararlar veren bölünmelere
de bir başkaldırı idi. Ariler, Nestoryanlar, Monofizitler vb. gibi Ortodoks doktrin ve uygulamalarına
samimi eliştirilerle yaklaşan bu Hıristiyanlar, dönemin egemen kilise grubu tarafından tek bir
Hıristiyan ailesinin bireyleri gibi algılanacakları yerde, düşmanca tavırlara muhatap kaldılar. Kilise
bütünlüğü içinde sevgi olgusunu paylaşamayan bu gruplar, Kristoloji ve Kutsal Üçlülük gibi
doktrinler ve ikonalara tapınma gibi konularda kendi görüşlerini yansıtan İslam’a geçiş yaptılar,
Sahip oldukları pek çok sezgide haklı yanları bulunduğu için, Tanrı, onları dominan ortodoks
gücü altında ezilmemeleri için korudu ve bu yolu onlara açtı.
 

İSLAMİYET’İN MİSYONU

Tanrı tek, iradesi de tek olduğu için, tüm dinlerin misyonları da tek bir amaca yöneliktir. Dinler
arasında fark gibi görünen unsurların ortaya çıkması ise kuruldukları dönemin zaman mekan
şartları ile bağlantılıdır ve gerçekte, her birinin ortak amacı, düşmüş insanlığı yeniden Tanrı’ya
döndürmektir. Düşmüş tabiatlarımızdan arınmamız ise ancak ve ancak gerçek ebeveynler
kanalı ile olacağı için, tün dinlerin öncelikli misyonu, insanlığı, onların gelişine hazırlamaktır.
Ortak atasal köklere sahip olmalarından ötürü, İslam bir yanda, Yahudilik, Hıristiyanlık diğer
yanda, hep aynı kardeşçe misyonun birer yapı taşlarıdır. O nedenle de, her ikisinin gerçek
ebeveynlerin karşılanmasında, kardeşçe duygular içersinde işbirliği yapma gerekleri kaçınılmaz-
dır.

Çocuklar arasında belli ayırımların olması her aile bünyesinde doğal karşılanır. Ancak bu
çeşitlilik, belli bir uyum içinde aynı potada eritildiğinde, o aile, kendisini daha güzel ve zengin
kılacak unsurlarla bezenir. Hıristiyanlık ve İslam arasındaki farklılıklar da, her iki kültürün
geçmişlerindeki farklılık ve takdirsel rollerin belli protiklere yansımasından başka bir şey
değildir. Sonuçta, her ikisi de, Tanrı’nın bir tek ortak amacına katkıda bulunmak üzere, uyum
içinde çalışmak üzere vücuda gelmişlerdir. Ancak, her iki inanca yön veren tarihler incelendiğin-
de karşımıza çok da aydınlık bir tablo çıkmamaktadır. Bu iki inanç birimi, Tanrı iradesinin gerçek-
leşmesini hızlandıracak bir biçimde birbirlerine yardımcı olacakları yerde, ne acıdır ki birbirlerini
sürekli eleştiren bir çatışma ortamı içinde olageldiler. Bugün ise artık, uzlaşmanın sağlanması
yönünde, her ikisinin de sahip bulundukları rolleri iyi anlayarak Tanrı’nın genel takdir çalışma-
sında, bir an önce ortak çabalarla misyonlarını yerine getirmeleri gerekmektedir. Bu anlayışa
ulaşıldığında, bugüne kadar fark olarak görünen unsurların, gerçekte, bir bütünün birbirlerini
tamamlayan parçaları olduğu da görülecektir.
 

MUHAMMED VE KURAN

Muhammed, 570 yılında doğdu ve yaşamının ilk 40 yılını peygamberlik misyonuna hazırlamakla
geçirdi. Arabistan’ın batısında, putatapar Mekke halkı arasında yaşarken melek Cebrail kendisine,
Tanrı tarafından esinlenen bilgileri ulaştırdı. Muhammed’e ulaştırılan, bu esinlemeler ( vahiyler)
geçmişi Adem’e dek varan, peygamberler geleneğinin adeta bir özeti idi. Bu bilgiler, hem daha
önceki peygamberlere ulaştırılan esinlemeleri doğrulayan, hem de belli başlı teolojik konularda
bir takım öneriler ilavesi ile, iman hayatı için gerekli unsurları içermekte idi.

Bu esinlemeler, Muhammed’e 610 yılından başlamak üzere, 21 yıllık bir süre içinde peyder pey
ulaştırıldı. Misyonunun başlangıcında, Mekke’e, Mekkelilerin kendisine ve Müslümanlara eziyet
ler ettikleri ilk 12 yıl sonunda, Abisina’ya sürgüne gitmeye zorlandıkları ve zaman zaman umutsuz-
luk çukuruna yaklaştığı o en güç koşullarda bile Muhammed, büyük bir kararlılıkla misyonunu
sürdürme cesaretinden taviz vermedi ve en sonunda gerçek değerini, Yathrib yakınlarındaki kavim-
lere kabul ettirme başarısına ulaştı. Öyle ki, Yathrib’in önde gelen 70 kişilik ihtiyar heyeti
Muhammed’i aralarındaki kavim kavgalarını sona erdirip, halk arasında düzeni sağlaması için,
şehir yönetiminin başına getirmek istedi.

622 yılına gelindiğinde, Muhammed ve onu izleyenler, Mekke’den Yathrib’e göç ettiler. Bu göç,
pek çok bakımdan, baskılardan bir kaçış idi ve peygamber, kızgın Mekkelilerin hısmından korunmak
için üç gün boyunca bir mağarada saklanmak zorunda kaldı. İlk Müslümanların eziyetlerden kaçarak
göç etmeleri olayı, İsraillilerin Mısır’dan kaçıp, üç gün süreyle düşmanlarından saklanmaları sonra-
sında özgürlüğe kavuştukları durum ile büyük benzerlikler göstermekte idi. Söz konusu bu öneminden
ötürü de zaten Müslümanlar göç (Hicret) ettikleri 622 yılını İslami ay takviminin başlangıç yılı olarak
kabul ederler.

Muhammed, daha sonraları Medine (şehir) olarak adlandırılacak Yathrib’de, Mekke’de almaya baş-
layıp, sonrasında Medine’de de kendisine ulaştırılan esinlemeler çerçevesinde teokratik bir devlet
tesis etme çalışmalarına başladı. Bu esinlemeler, Tanrı’nın insanlığa yönelik iradesini açıklamanın
yanısıra, Tanrı merkezli bir yaşamın ve insanın, Tanrı ve diğer insanlar arasında olması gereken
ilişkilerindeki yükümlülüklerinin ne olduklarına da yönelikti. Muhammed’in ölümünden sonra, bu
esinlemeler, 114 sure olarak toplanıp, kelime anlamı ( gerçeği ) okumak olan, Kuran adı altında
derlendi.

Kuran, Kitab-ı Mukkades’teki yazılara ilaveten, onarım takdiri çalışmasında yer alan pek çok kut-
Sal kimlik ve olaya da kendi yorumunu kattı. İçeriği boyunca da özellikle, Mekke’lilerin inandığı
gibi pek çok tanrılar bulunmadığı, bir tek Tanrı olduğu ve İsa’nın Tanrı değil insan olduğu ve bir
insan olarak ölüm üzerinde zafer kazandığı gibi konular üzerinde ısrarla durdu. Kuran, aynı zaman-
da, her insanın Tanrı önünde, bedel şartı prensipine uygun olarak, kendi davranışlarından sorumlu
olduğunu da vurguladı. Kuran’da,imanlı bir yaşam sürmenin ödülü, çekici ifadelerle belirtilirken,
Tanrı’ya itaatsizliğin korkunç sonuçları, grafik ayrıntılar olarak ifade edildi.

İslam, inananların sorumluluklarını yerine getirmelerinde beş şartın yerine getirilmesine öncelik
verdi. Tanrı’ya ve Muhammed’in peygamberliğine iman takriri, günde beş vakit naz, kazancının
yüzde kırkını ihtiyacı olanlara dağıtma, ay takvimini esas alan Ramazan ayı süresince oruç
tutma ve yaşam boyunca en azından bir kez Mekke’ye hacca gitme. İslam’ın bu beş şartını
gerçek-anlamda yerine getiren yüz milyonlarca insan, imanlı yaşamlarına yön verdiler.
 

İSLAM’IN YAYILIMI

Muhammed, yalnız bir peygamber değil, aynı zamanda, çok başarılı bir devlet adamı idi de. Medine
deki kısa liderlik döneminde, Arabistan’ın birbirleri ile çatışan kavimlerini İslam bayrağı altında bir-
leştirme gibi küçümsenmeyecek bir başarı kazandı. İslami merkez alan bu milletsel temelle birlikte,
yeni din, Muhammed’in ölümünden sonra, Arap yarımadasında, adeta bir patlama yaptı ve bir yüz
yıldan az bir zaman içerisinde Batı’da Fransa, doğuda ise Çin sınırlarına dek ulaştı. Hıristiyanlığın
tek Tanrı inancını tanıtmada yetersiz kaldığı dünyanın bir çok bölgesinde, islam bu açığı başarı ile
kapadı. Bu hızlı yükselme grafiğinin ardındaki en önemli etken, Hıristiyanlığn, İsa’yı merkez alan
ve çok güç anlaşılır bir takım öğretilerler bezeli girift doktrini ile kıyaslanığnda, İslam’ın , Tanrı
oluğusunu vurgulamadaki yalınlığı idi. Buna ek olarak, üçlü birliği savunan Ordotoks kilisesine
tavır alan pek çok Monofizit ve Nestorö Hıristiyan, İslamı kendi görüşlerine daha yakın buldular.

İslam’ın bireyden başlayıp, aileye, kavime, millete ve dünyaya ulaşan dramatik yayılımı, onarım
prensiplerine göre, yeryüzünde Tanrı’nın Egemenliği’nin tesisi için de, önce bir millet temelinin
oluşması gerektiği yönündeki onarım yöntemi ile belli noktalarda paralellikler gösterdi. Öyle ki,
Muhammed bir kez, Arap yarımadasını islam inancı altında topladıktan sonra yeni dinin dünya
seviyesine yayılımı da gerçek ten çok hızlı oldu. Bu gerçekten hareket ile gerçek sevgi egemenliği
olan Göklerin Krallığının da , aynı yöntem çerçevesinde önce bir aileden başlayıp, kavim, millet
çerçevelerine yayılarak en sonunda, Tanrı’nın egemenliğinin etken olacağı şekilde tüm dünyada
tesis edileceği açıkça görülebilir.

İslamın’ın başlangıçtaki bu hızlı yayılımı, bir süre sonra, diğer inanç grubundaki insanlar da dahil
olmak üzere İslam’ı kabul etmeyenlere yönelik baskı uygulamaları ile birlikte hız kaybetmeye başladı.
Yeni inanç olgusunun uygulamalarında bazı Müslümanlar tarafından yapılan bu ve buna benzer hatalar,
yeni din dalga dalga yayıldıkça geniş zeminlere dek taşındı. Dinin gerekleri ile yakından uzaktan ilgisi
olmayan bu tutum sonucunda ise, izleri bugüne dek uzanan Müslümanlık karşıtı, tepkiler giderek
yerleşmeye başladı. Oysa ki, İslam’a inananlar, misyonlarını silah zoru ile değil, diğer kitlelere hizmet
ve sevgi yolu ile çok daha verimli yerine getirebilirlerdi. Tanrı’nın şiddet değil, bir sevgi Tanrısı olması
gerçeğinden ötürü, onun temsilcilerinin de bir yarışa girmeleri sözkonusu ise, bunun ancak bir sevgi
yarışı olması gerekmektedir. Tanrı’nın Sevgi Egemenliği, doğruların paylaşılıp, birey ve toplulukların
kendi eşsiz karakter ve inançlarına saygılı yaklaşım ve hizmet edilen bir anlayış yaygınlaştırıldığında
ancak dünya çerçevesine yayılabilir.
 

İSLAM VE HIRİSTİYANLIK

Gerek Hıristiyanlık, gerekse de İslamiyet, kök saldıkları Orta Doğu sınırlarının çok ötelerine yayıl-
dılar. Ancak yayılma yolları, kurucularının izlemiş olduğu yolların farklılıkları ile parelel bir
çizgide gelişti. İsa’nın misyonu, ruhsal bir zaferle sonuçlandığı için, Hıristiyanlığn yayılımı da
benzer şekilde ruhsal seviyede, Muhammed’inki ise hem fiziksel hem ruhsal olduğu için, İslam’ın
gelişimi, hem fiziksel , hem ruhsal seviyelerde oldu. Bu iki din arasındaki ruhsal boyuttaki farklılıklar,
kurucuları olan iki insanın üstlendikleri misyonun farklılıklarından da kaynaklandı. İsa, mesih, gerçek
ebeveyn olarak, Muhammed ise, gerçek ebeveynlerin gelişine hazırlık yapmakla yükümlü bir
peygam-ber olarak insanlığa yollandı.

Hıristiyanlık ve İslam, gerçek ebeveynlere hazırlık gibi ortak bir misyona sahip oldukları için, tarih
boyunca, birbirleri ile aralarında, işbirliğine dayalı bir ilişki sürdürmek tarihsel yükümlülükleri idi.

Ancak, her iki tarafın bünyesinde doğup, gelişen yanlış anlamalar, kinler, düşmanlıklar
yüzünden ne yazık ki bunun gerçekleştiği söylenemez. Bununla birlikte, tarih, bu iki
kardeş dinin birarada çalışması için Tanrı’nın gösterdiği çabalara açıkça ışık tutmaktadır.

Birleşik Hıristiyan Krallığı, Şarlmayn tarafından 800 yılında kurulduğu zaman, Abbasi yönetimi
altındaki Birleşik İslam İmparatorluğu da doruk noktasını yaşıyor idi. Harun El Reşit, geniş
egemenlik sahası içerisinde, bilim ve edebiyatın çok verimli olduğu bir dönemde, Bağdat’ta
halife idi ( 786-809 ) Dönemin her iki lideri de, birbirlerine  karşılıklı iyiniyet göstergesi olarak
pek çok hediyeler yollanmış olmalarına rağmen, Akdeniz’in doğu ve kuzeyinde etkin olan
Hıristiyanlık ile, yine Akdeniz’in güney ve doğusunda etkin olan Darül İslam arasında aynı
dünya gerçeklerine hizmet etmek için gerekli ortama ve en fazla yaklaşıldığı bir zamanda,
maalesef bu işbirliği zemini kurulamadı.

Bunun yerine, her iki din mensupları arasında güvensizlik ve düşmanlık tohumları kısa sürede
serpilip, büyüdü ve çok geçmeden her iki din bünyesindekiler birbirlerinin boğazına sarılır bir
hale geldiler. Roma’daki papalar, İslamın yayılımı sırasında dökülen Hıristiyan ve Müslüman
kanları yetmezmiş gibi, sonuçları hiç de hoş olmayan, ve din adına yapılıyor kisvesi altında
gerçekte politik nedenlere dayalı Haçlı seferlerini başlatarak, başlangıçtan beri zaten kör topal
yürüyen iki din arasındaki ilişkileri daha da içinden çıkılmaz bir hoşgörüsüzlük ve çatışma
ortamının içerisine soktular. Bozulan insan ilişkilerine paralel olarak taraflar, sonunda bağlı
bulundukları inancın doğruluğunu, eğriliğini bile ciddi ciddi sorgular bir noktaya geldiler.
Müslümanlar, Kitab-ı Mukaddes’in geleceğine ilişkin Kitab-ı Mukaddes’te hiç bir kayıt
bulunmadığı için, İslamı reddettiler. Böylece karşılıklı suçlamalar ve beslenip büyütülen yanlış
anlamalarla, kuşkucu yaklaşımlardan kaynaklanan bir çatışma ortamı içerisinde taraflar,
Tanrı’nın her iki din için söz konusu olan takdirinin yürütülmesi gereğini göz ardı etip, aksa-
tarak, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki ilişkileri daha da uzlaşılmaz zeminlere taşıdılar.

Birleşik Hıristiyan Krallığı, uyumsuzluk ve birliğin sağlanamaması yüzünden, gerçek ebeveynler
için gerekli temellerin atılmasında başarısızlığa uğradığında, Doğu ve Batı Frank Krallıkları
olarak 400 yıl sürecek bir Bölünmüş Krallıklar dönemine girdi. Islam tarihinde ise, Abbasilerin
Birleşik İslam İmparatorluğu, Bağdat’ın üstünlüğünü kabullenmek istemeyen ve Müslüman toprak-
lar üzerinde haklar iddia eden lideklerin yönetimleri altında, zaman içerisinde parçalara bölündü.
10.yy’ın ortalarından başlamak üzere , halifelik ciddi bir düşüşe yöneldi ve 11.yy ortalarında
Selçuk Türklerine geçti, iki yüzyıl sonra ise (1258) Moğollar tarafından yenilen Türklerle bera-
ber Abbasi Halifeliği de son buldu.

Halifelik makamı, Muhammed’in ölümü sonrasında,  Muhammed’in bir erkek varisi olmamasın-
dan ötürü, Müslüman liderliğinin devamlılığını simgelemesi açısından önemli ber sembolik
değer sahip idi. Muhammed’in ardından gelen ilk dört (ortodoks) halife, Ebubekir, Ömer, Osman
(Kuran’ı derleyen) ve Ali, İslam topluluğu içindeki tartışmacı güçlerden ötürü sürekli ve evrensel
bir yapı oluşturamadılar.  Ali karşıtı bir fraksiyon, halifeliği zorla ondan alarak, Halep’te (661)
Ümmiye Halifeliği’ni tesis etti. Bir yüzyıl sonra ise, 750 yılında, merkez Bağdat olmak üzere
halifelik Abbasilere geçti. 969 yılında ise, Kuzey Afrika’daki Fatimiler’in Mısır’ı feth etmeleri ile
halifelik yeniden el değiştirdi ve sonunda 1517 yılında, Osmanlı Türklerinin Mısır’ı fetihleri ile
birlikte, Osmanlı Sultanlığının çöküp, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bir yıl sonrası
olan 1924 yılına kadar Osmanlı Türkleri bünyesi içerisinde yer aldı.

İslam bünyesinde gündeme gelen içsel ayrılıkların en önemli sonuçlarından biri, dinin, daha ağır
basan Sünni inancı ve Şii inancı gibi iki ana bölüme ayrılması oldu. Sunniler ilk dört halifeyi
tanırlarken, Şiiler, bunlara ilaveten dördüncü halife olan Ali’nin soyundan gelen sekiz halife
ya da imamın (mezheplere bağlı olarak) da tanınmaları gereğini savundular. Şiiler, için Ali’nin
imanda ve örnek bir Müslüman olmada Muhammed’in merkez pozisyonunu miras almasından
ötürü özel bir önemi vardır.

Hıristiyanlık bünyesindeki ayrılıklar, papalığın düşüşü ve sonuçta sürgüne gönderilmes ile sonuç-
lanırken, İslam bünyesindeki ayrılık olgusu, Halifeliğin aynı şekilde zayıflayıp, ahlaken düşüşü ile
paralellik gösterdi. Hıristiyanlık bünyesindeki düşüş, Martin Luter’in 1517’de Roman Katolik kili
sesini onarmak için önayak olduğu çabalar ile, bir kez olmak üzere, onarıcı bir hareket olan
 

Protestan Reform Hareketi ile durduruldu. Islam tarihinde ise, düşüş ve entegrasyon eksikliğinin
önüne, Türkler, 400 yıllık egemenliklerini başlatacak şekilde 1517 yılında, Osmanlı İmparator-
luğu bünyesinde, Suriye, Mısır ve kutsal şehirler olan Mekke ve Medine’yi fethedip, Müslüman
dünyasını bir çatı altında toparladıklarında geçildi. Bu uçsuz bucaksız imparatorluk Türkiye
Merkez olmak üzere tüm Arap dünyasını için alacak şekilde güneye, Kuzey Afrika üzerinden
batıya, Orta Avrupa’ya doğuda ise Orta Asya’ya dek yayıldı. Osmanlı imparatorlu, Protestan
Reform Hareketi gibi ruhsal bir yenilenme hareketi oluşturmamakla beraber, tek Tanrı inancının
yayılmasına katkısı olan birleşik dini-politik gücü sayesinde İslam’ın ayakta kalışına önemli
katkılarda bulundu.

1517’den başlamak üzere, dünyanın pek çok alanda köklü değişimlere sahne olduğu ve de
İslam da, ortak takdirsel misyon olan gerçek ebeveynler olgusuna hazırlanmada Hıristiyanlık
ile birlik oluşturarak, işlevini yerine getirebileceği 400 yıllık son hazırlık dönemine girdi.
Bu amacın gerçekleşebilmesi için, müslüman ve Hıristiyanların tüm dünyaya kucak açacak
şekilde, Tanrı’nın iradesinin işleyebilmesi için kemikleşen kuşku ve düşmanlıklarını aşmaları
gerekmektedir.
 

MUHAMMED DÖNEMİNDEN ALINACAK DERSLER

1- Tanrı, dinler, varoluş amaçlarını  tamamladıkları zaman gerekli müdaheleler ve eklemelerle
     işlevlerini yerine getirmelerine yardım eder. Yahudilik, yükümlü olduğu misyonu yerine
     getirip İsa’nın pozisyonunu kabul edebilse idi. Hıristiyanlık diye yeni bir dinin oluşumu için
     gerek kalmayacaktı. Ve yine eğer, Hıristiyanlık, İsa’nın öğretileri merkezinden ayrılmasa
     ve onları olduğu gibi uygulayabilse idi, İslamın ortaya çıkması için de bir neden olmayacak
     idi. ( İsmail’e söz verilen kutsama da mesihin misyonunda başarılı olması ile zaten yerine
     getirilmiş olacaktı. ) Tanrı, Hıristiyanlar, Tanrı’nın iradesini yerine getirme amaçlarından
     saptıktan sonra Muhammed’i bir uyarıcı olarak yolladı ve Kitab-ı Mukaddes’teki bilgileri
     destekler ve tamamlar olmak üzere de Kuran’ın esinlemelerini insanlığa ulaştırdı.

2-  Dinlerin, ağırlık verdikleri misyon ve hitap ettikleri toplumun şartları paralelinde, içerlik
     açısından bir takım farklılıklar göstermeleri doğaldır. Tanrı, Muhammed’i, Tanrı gerçeğine
     ve onarıma bir yol olmak üzere, İslam’ı basamak almadan algılamayacak şartlar içerisinde
     yaşayan milyonlarca insana yol göstermek üzere yolladı. Hıristiyanlık, öncelikle mesih kavra-
     mı ve kurtuluşun mesih kanalı ile nasıl sağlanabileceği üzerinde durmasına rağmın, İslam,
     daha çok, tek bir Tanrı önünde kabul görebilmek için dini vecibelerin nasıl yerine getirile-
     bileceği konusuna ağırlık verdi. Doğu felsefe ve dinlerine gelince, onlar da belli noktaları
     merkez aldılar. Tüm bu inançlarda ağırlık verilen konu farklılıkları, gerçekte o inançların
     hitap ettiği kitlelerin kültür farklılıkları göz önüne alınarak şekil buldu. Bütün dinlerde ortak
     olan nokta ise, her birinin Tanrı tarafından insanlığı gerçek ebeveynleri karşılayıp, üç kutsa-
     mayı yerine getirmek üzere hazırlanmaya esinlendirdikleri gerçeğidir. Dolayısı ile, bünyele-
     rindeki farklılıklar, değişik kültürlerden gelen biz günahlı insanlar, tek Tanrı’da bir bütün
     oluşturabileceğimiz çeşitli giriş yolları sağlamaktadır. O nedenle dinlerin her birinin, Tanrı’
     nın global onarım takdiri çalışmasında, adeta bütününü yalnızca Tanrı’nın görebileceği bir
     resmin birbirlerini tamamlar nitelikteki bir parçası olma gibi önemli birer misyonu vardır.

3-  İslam, onarımın yayılımı için, peygamberlik seviyesinde bir model oluşturdu. Muhammed
     önece Mekke’deki bireyleri ve aileleri, daha sonra, Medine’deki kavimleri ve nihayet tüm
     Arap ülkesindeki halkı, peygamberliğine ve liderliğine ikna ederek, İslam’ın dünya çerçe-
     vesine genişlemesi için başarılı temeller attı. Bu başarısı ile, Muhammed, gerçek ebeveynler
     tarafından mesihlik seviyesinde mükemmelleştirilecek global bir takdir çalışmasının da
     öncülüğünü yaptı.

4-  Peygamberlik temeli, inananları, gerçek ebeveynlerin gelişine hazırlamak için gerekli idi.
     Yahudiler, bu peygamberlik temelini, kendilerini İsa’nın gelişine hazırlayan ve İbrahim’den
     Malaki’ye dek uzanan bir süreç içerisinde miras aldılar. Müslümanlar ise, gerçek ebeveyn-
     lerin gelişine kendilerini hazırlayacak temeli, hem Yahudilerin, hem de İsa ve Muhammed’in
     peygamberlik temellerinden miras aldılar.
 

SONUÇ

Muhammed, yalnız bir peygamber değil, 21 yıl gibi bir süre boyunca, Arap toplumunun
acımasız, katı kuralları içerisinde liderlik edebilmeyi de başaran bir devlet adamı idi. Bu
başarısının temeli üzerinde, İslam, Tanrı’nın takdir çalışmasında güçlü bir araç ve de
dünyanın ikinci büyük dini haline geldi. Ancak İslam’ın bunca kıutsanması, yalnızca ,
Tanrı’nın İsmail’e vermiş olduğu sözün yerine gelmesi için değildi kuşkusuz. Bundan daha
önemlisi, Tanrı’nın bütünü hedef alan onarım planının önemli bir parçası olarak kendi
payına düşen sorumluluğu yerine getirerek, Tanrı iradesinin yeryüzünde tesis edebilmesine
katkıda bulunması idi. O nedenle İslam’ın misyonu, diğer dinlerle, özellikle de Yahudilik
ve Hıristiyanlıkla uzlaşarak, Tanrı’nın bütünü onarmaya yönelik çalışmasına yardımcı ol-
duğunda ancak, tam anlamı ile başarılmış olacaktır.

Bir sonraki konuda, 1517 yılından başlamak üzere son 400 yıllık dönem incelenerek gerçek
ebeveynlar için nasıl ikinci bir global  hazırlıklar süreci aşıldığını göreceğiz. Yine aynı konu-
da , gerek Hıristiyanlığın, gerekse de İslam’ın , insanların yaşantılarına olan inanılmaz ölçü-
deki etki ve gelişimlerini ve Tanrı’nın Sevgi Krallığı’nın yeryüzünde tesis edilmes öncesindeki
son safhada, bilim ve materyalizm ile yüzyüze kaldıkları çatışmalara yer vereceğiz.

 



 I Başa dön I Ana Sayfa I E-Posta I
 
 
Copyright © 1998 DÜNYA BARIŞI İÇİN AİLE FEDERASYONU VE BİRLİK. All rights reserved.