Önsöz
Giriş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Giriş2
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
 İçindekiler
 E-Posta
 Ana Sayfa 
 Seyir
 
 
8   DÜŞÜŞÜN  SONUÇLARI
 
 
 

Gerçek Sevginin Yitirilmesi
Gerçeğin Yitirilmesi
İyi ve Kötü
İyi ve Kötü Ruhsaların Etkileri
Düşmüş Tabiat
Tanrı Düşüşe Neden Engel Olmadı?
İnsanlığın, Neden Gerçek Ebeveynler’e İhtiyacı Var?
Sonuç
 
 
 


Adem ve Havva çifti, düşüş sonrası yaşamlarına, içine düştükleri durumdaki kişisel sorumluluklarını kabul edip, onarmak yerine birbirlerini karşılıklı suçladıkları bir bozuk, çarpık temel üzerinde başladılar. Tanrı ile olan asal, yakın ilişkilerini yitirmiş oldukları için de, yaşadıkları durumu onarabilecek kalp ve sevgiden uzak idiler.Başmelek, sahte sevginin tövbe etmez efendisi olarak Şeytan kimliğine bir kez dönüştükten sonra, Adem ve Havva için, Tanrı’ya tekrar nasıl geri dönebileceklerini öğrenmede örnek alacakları kimse bulunmamakta idi.
 
Düşüş, yaradılış ideali doğrultusunda gerçekleşmesi söz konusu her şeyi darmadağın etti. İdeal dünyanın kurulmasi için gerçek sevgiyi temel alması gereken insan ilişkilerinin yapısı da yine düşüşle birlikle altüst oldu. Bu durum, insan toplumunun temelinde, tamamına erdirlmemiş güdük sevgi ilişkilerinin yer almasına yol açtı. Sonuçta, da Tanrı konusunda cahil ve Tanrı’nın amaçladığı amaçların aksi yönlerde hareket eden insanlarla dolu bir çarpık dünya olgusu ortaya çıktı. Düşerek asal bilgi kaynağından uzaklaşan insanlar, başkaları ve tabiat üzerinde kendine merkezli bir egemenlik kurabilme adına, hem kendi benlikleri ile hem de birbirleri ile çatışma içerisine girdiler. Onların bu bencil isteklere merkezli haksız istekleri ise, içinde yaşanılan dünyayı, sevgi ve barış dünyası yerine, bir kargaşa ve sefillikler dünyasına çevirdi.

 
Gerçek Sevginin Yitirilmesi

Adem ve Havva’nın sevgi deneyimleri, düşüş nedenyle lekelendi. Başmeleğin, Tanrı tarafından kendisine verilen ebeveynlik rolünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasından ötürü, Adem ve Havva, gerçek bir ebeveyn sevgini hiç bir zaman tam anlamı ile hissedemediler; gerçek kardeşlik sevgisini de,(Havva’nın Başmelek ile giriştiği büyük iski olan ilişkiye, Adem’in kayıtsız kalmasından da anlaşılacağı gibi) yine Başmeleğin, Adem ile Havva’yı, sürdürmeleri gereken ilişki ve üstlenmeleri gereken rollerde Havva’ya duyduğu duygulardan ötürü eğitmediği için yaşayamadılar. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da, yine Başmeleğin Havva’ya beslediği duyguların üstesinden gelemeyerek, onunla prensip dışı bir beraberliğe girmesi sonucu lekelenen ilişkileri içerisinde gerçek evlilik bağı sevgisini de tadamadılar. Düşüş ertesinde gerek Adem, gerekse de Havva’nın hatalarından duydukları büyük utanç ve pişmanlığa ve içine düştükleri trajik duruma, sahip olduğu ebeveyn kalbinden ötürü kayıtsız kalamayan Tanrı’nın, prensip’ten taviz vermeksizin, onlara başlangıçtan belirlenmiş, sahip olmaları gereken saf, asal pozisyona döndürmek için bir takım kurallar çerçevesinde onarım çalışmasını başlatmasında böylece kaçınılmaz oldu.
 
Bu talihsiz deneyimler sonrasında, istisnasız her insan yazgısı, yaşam boyunca insanın asal istek ve arayışı olan gerçek sevgiyi yaşama, yaşatmadaki yetersizliklerden ötürü hüsranla sonuçlandı. Ebeveyn ve çocuklar, kız ve erkek kardeşler, karı ve kocalar arasındaki ilişkiler, her zaman idealin çok gerisinde kaldılar. Bunun nedeni, insani tüm sevgilerin temelinin, ilk erkek ve kadının tesis ettikleri standart üzerine bina edilmesi idi. İlk iki insanın, olgunlaşmamış, olgunlaşma zeminini bulamayan sevgi anlayışları da böylece nesilden nesile aktarılmış oldu. Böylesi eksik ve güdük bir sevgi anlayışı ile büyüyen çocuklara gelince, onlar da doğal olarak kendi sevgilerini mükemmelleştiremediler ve kendi çocuklarına da gerçek sevgiyi vermede yetersiz kaldılar.
 
Bu nakamil sevgi döngüsünü kırıp, tekrardan aslına onarmanın tek yolu ise, Şeytanın sahiplenmelerindan özgü yeni bir soyun , kanbağının belli onarım proseslerine bağlı olarak yaratılması idi. Bu da, gerçek bir kadının, gerçek sevgi ilişkileri üstünde kurulu yeni bir gerçek aile birimi yaratmalarını gerekli kılmaktadır. Bu yeni bir aile birimi, Tanrı’nın yaradılışı için söz konusu olan asal idealini gerçekleştirecek, yeni, artılmış bir soyun da başlangıç noktası olacaktır. Adem ve Havva’nın düşüşleri sonrasında, tarihin merkez amacı hep, düşmüş erkek ve kadının, gerçek ebeveynler kanalı ile Adem ve Havva’nın düşüş öncesinde sahip oldukları saflık ve temizliğe ulaşacak şekilde onarılacakları şartların oluşturulmasına yönelik gelişti. Bu anlamda, gerçek ebeveynler, düşüşle birlikte yitirilen gerçek sevgi, gerçek soy ve gerçek yaşamı onarımak sorumluluğundaki kişilerdir.

 
Gerçeğin Yitirilmesi 
 
Adem ve Havva, düşüşleri ertesinde, hatalarının farkına geç de olsa varmakla beraber bu hatanın sounçlarından kendilerini soyutlamakta yetersiz kaldıkları için, yaşamlarının geri kalan kısmını çelişkili ve tutarsız bir ruh hali içerisinde sürdürdüler. Düşüşlerinin doğal bir sonucu olarak ruhsal duyularının körelmesi sonucunda ise, gitgide daha iyi algılayıp, bütünleşecekleri Tanrı anlayışı ve sevgisine tamamen yabancı hale geldiler. Tanrı ise, onlarla böylesi prensip dışı bir sevgi anlayışının egemen olduğu bir ortamda barınıp, ilişki kuramayacağı için, onların Başmelek’ten miras aldıklar bu prensip dışı yaşamın sisleri ardında bir süre saklı kaldı.
 
Tanrı’nın sevgi sahasından uzaklaşmaları, ilk insanları, Tanrı’nın gerçeğinden de uzaklaştırdı. Amaçlarının ne olduğu ve onu nasıl yerine getirebilecekleri konusundaki Tanrı merkezli, sorguya yer vermeyecek insiyatifi yitidiklerinden, varlık alma nedenleri, nasıl iyi bir yaşam sürecekleri, ne şekilde iyi bir aile birimi yaratabilecekleri ve de tabiat üzerrinde gerçek anlamda nasıl egemen olabilecekleri gibi temel anlayışlarda, bilgisizlik içine düştüler.Böylece zaman içerisinde, Adem ve Havva’nın aile yuvaları, Tanrı’nın sevgi ve gerçeiğinin sürekli barınacağı bir yer olmak yerine, sahte sevgi ve bilgisizliğin yerleşıp, egemen olduğu bir otama geçit verdi.
 
Daha sonra sahip oldukları çocuklar da, ebeveynlerinin Şeytan’dan miras aldıklara ve yalnızca bir takam kısmi gerçeklerin var olduğu bir sahta düzenle tanışıp, hasır neiır oldular. Böylesi prensip dışı bir ev ortamında büyümenin doğal, kaçınılmaz sonucu olarak da, Adem ve Havva’nın büyük oğulları Kabil, şeytani dürtülerin üstesinden gelemeyerek kardeşi Habil’İ öldürüp, Şaeytanın başlatmış olduğu güuah olgusu zincirine bir ciddi yeni halka daha ekledi: Adem ve Havva'nın, Şeytan tarafından, Tanrı ile olan ilişkileri parçalanmak sureti ile ruhsal anlamda öldürülmelerinde bağlı olarak içine düştükleri yaşamlarını nasıl yönelendireceklerine ilişkin asal bilgisizlik, böylece çocuklarına da intikal etmiş oldu.

Adem ve Havva’yı nasıl davranmaları gerçektiği bilincinden uzaklaitıran bilgisizliğinkaynağı, akıl ve bedenleri arasında olması gereken asal ilişki düzeninin tersine dönmesi idi. Gerçek bir erkek ve kadın, olgunluğa ancak, akılları bedenlei üzerinde üzne, egemen olduğu zaman ulaşabilir. Çünkü, Tanrı, iradesini, insanlarına, ancak onların akılları kanalı ile ulaştırabilir. O nedenle, Tanrı’nın gerçek bir ifadesi olmak isteyen insan, bedenini, asal aklının direktiflerine mutlak uydurmak durumundadır. Bedenin çıkarları, aklınkilerin üstüne çıktığında, yaradılışın temel düzeni ihla edileceği için çözümlemesi güç bir kaos oluşur. Saklı bir hazineye ulaşmak için, atını, belli bir harita üzerinde bırakıp, atın kendi insiyatifi ile o hazineye ulaşmasını bekleyen sürücünün başarsız olması nedenli kesin ise, bedeninin güdüleri ile yönelenen insanın da dünyada kendi bütünlüğünü yitirip fizik yaşamının sonuna erişinceye dek habire tökezlemesi ve böyle bir ruh seviyesi ile geçiş yapacaağı ruh dünyasında da, dünyadaki bilgisizliğinin uzeanntısı olarak, Tanrısal gerçek ve ışıktan usak olmanın getirdiği karanlık çeliskiler içinde yaşaması o denli kaçınılmazdır.

 
İyi ve Kötü 

Adem ve havva’nın, düşüşe bağlı olarak oluşan temel bilgi açmazları, iyiyi ve kötüyü ayırdedemeyecek bir konuma düşmelri idi. İkisi de yaşantılarının Tanrı’nın iradesine ne denli ters düştüğünün tam olarak farkında değiller idi. Dolaysıs ile iyiyi, kötüyü gerçek anlamda ayırdedebilmekten hayli uzak idiler. Oysa ki şaşmaz olan gerçek, insan olma amacına yani üç kutsamanın yrine getirilmasine katkısı olacak her türlü düşünce ve ylemin ise kötü olduğudur. Başka bir değişle, insanın, Tanrı’nın işleyip, iradesini gerçekleştiebilmesi için oluşturacağı her zemin iyi., bunun tersine, Şeytan’a avantaj sağlayacak bir zemin oluşturacak her şeyi de kötüdür.

Yapılan şeyler, kendi bütünlükleri  içinde mutlak iyi, ya da mutlak kötü olarak değerlendirilememekle bereber, ne için ya da neyin yararına kullanıldıkları, onların gerçek değeini belirlr(Tanrı’nın iraesine aykırılık, ya da uygunluk gibi). Örneğin, bir çekiç bir yuvainşa tmek için kullanılığında “iyi”, bir cinayet aleti olarak kullanıldığında “kötü” dür. Ayne şekilde, bir milletin öz savunmasiiçin kullanılan silah “iyi”, masum bir insanı öldürmek amacıyla kullanılan silah kötüdü. Ne çekiç ne de başka bir alety, kendi başlarına iyi ya da kötü diye tanımlanamazlar. Sahip olduklaı değerler, ancak insanlar tarafından hangi amaca yönelik olarak kullanıldıklarına bağlı olarak belirlenir.

Bu bakış açısından , Prensip, iyi ve kötüyü, gece-gündüz, siyah-beyaz ve erkek-kadın  eşliliği ile aynı kategoriye koyan klasik düalistik görüş ile bağdaşmaz. İyi ve kötü , kesinlikle başlangıçtan bu yana var olan ve tanrı ve yaadılışının birbirlerini tamamlayan doğal özellikleri olarak tanımlanamazlar. İyi, Tanrı merkezli eylemin , kötü ise tanrı’nın iradesine ters düşen ylemin birer doğal sonucudur. Tanrı, kendisi mutlak iyi bir varlık olduğuna göre, yaratmış olduğu her şeyin asal tabiatında yalnızca iyilik yapma dürtüsü olması da çok doğaldır.
 
Kötülük olgusu, yaratılan varlıklar, yaratılma amaclarınaaykırı hareket etmeye başladıktan sonra gündeme gelmiştir. Doayısı ile, iyi ve kötü, birbirleri ile temelde ilişlik olmayan, birbirini tamamlar değil, fakat birbirine tamamen zıt iki karşıt değerdir. Oysa ki, klasik düalistik görüşe konu olan çiftlilik özellikleri, Pensipte açıklanan ve yaradılışta varlıkların büünlüğü, varlık alıp, hareket etmeleri ve çoğalmaları için gerekli birbirlerini tamamlayan çiftlıüilik özellikleri ile bağdaşmamaktadır. Tanrı’nın ideal dünyasında kötüye kesinlikle yetr yoktur.
 
Şeytan’ın Adem ve Havva üzerinde etki kurabilmesinin nedeni, bu ilk iki insanın, Tanrı’ya itaat etme yerine, kendi insiyatifleri, kendi hür iradelerine bağlı seçimleri ile, Şeytan’ın kendilerinde hak iddia edip, işleyebileceği bir zemin yaraymaları idi. Adem ve Havva, bir kez düştükten, Tanrı’nın sevgi ve gerçeğini tam olarak algılayabilme sahasından uzaklaştıktan sonra, Şeytan’ın etkisinin prensip dışılığını, kirliliğini anlayıp, yargılayabilecekleri arınmış Tanrı merkezli standart anlayışı yitirdiler. Dolayısı ile bu zeminin ne olabileceği, ne gibi sonuçlara yol açabileceği konularına da büsbütün yabancılaştılar. Bu beklenmedik, için düşülen yeni bilgisizlik boyutu ile birlik de Adem ve Havva, sonuçlarını önceden asla kestiremedikleri kötünün egemenliği altına girdiler.
 
Verilen ödünün yarattığı, nesilden ilk erkek ve kadının soyunu sürdüren çocuklarında da, Şeytan’ın haklar iddia etmesine ve onlarda da işleyip gelişebileceği zeminlere sahip olmasına neden oldu. Adem ve Havva’nın döl verdikleri çocuklar, çıkış nedenini ve kaynağın hiç bir zaman tam kestiremedikleri ve asal, gerçek tabiat- larına ne denli düştüğünün farkına bile tam anlamıya varamadıkları, Şeytan’dan miras alınan kin, şehvet gibi duyguları tadıp, yaşamaya başladılar. Şeytana gelince, asırlar boyu, toplumu içten içe kemirip, çürütüp, yok olmasına neden olan bir çıban başı olduğu halde, işlediği suçun kavnak, nitelik ve etkileri tam olarak kavranamadığı ve yeterince sorgulanmadığı için toplumda eline kolunu sallayarak özgürce dolaşan cinayet failleri gibi, kurbanlarına her gün yenilerini eklemenin keyfi içinde eylemlerine devam etti ve gücünün etki sahasını baş döndürücü bir hızla genişletti.
 
Düşmüş insanların, iyiliğe yönelme, iyilik yapma çabaları, kökü Adem ve Havva’ya dek uzanan ve kendi atalarından miras alınan kötülük elemanlarının sınırlayıcılığı içindedir. İnsanlığın tümü, Adem ve Havva ile kendilerine de intikal eden bir asal günah yükünü taşımaktadır. Bundan ötürü zaten, düşmüş insanlığın iyilik standardı, rölatif, kişiye göre değişkenlik gösterebilen bir yapıdadır. Mutlak iyilik standardı, ancak, Şeytan’ın etkilerinden tamamen özgür, günahsız bir insan için söz konusu olabilir. Tanrı, bu standardın ne olduğuna işaret etmek için peygamberleri, ermişleri, ve mesihi yollayıp, sözlerini, bilgilerini insanlığa esinledi. Tanrı merkezli bir standarda sahip olmayan insanların, iyiyi kötüden kolayca ayırdedebilmeleri mümkün değildir. Bu mutlak iyilik standardını, en sonununda, ilk ataların yerini alacak gerçek ebeveynler oluşturacaktır.
 
Erkek ve kadının asal tabiatı, Tanrı’nın ifadesidir. Ne denli günahla yüklü olursa olsun her insanın tabiatının bir yerinde ama az, ama çok etkin, bu asal güdü bulunur. Ne var ki, düşüşle yaratılan zeminlerle gelişip, Şeytanın amaçlarına hizmet eden ilişkilerle beslenen düşmüş etki, yaptırım ve özellikler, bu asal tabiatımızı yalnızca perdelemekle kalmayıp, insan tabiatının çok etkin bir parçası haline de gelmiş bulunmaktadırlar. Bu düşmüş, kötülük tabiatı, insanı, izlemesin gereken asal yönün ve asal varoluş amacının tersine hareket etmek için sürekli yönlendirir.
 
İnsanları yasak sevgi, saldırganlık ve şiddet ilişkileri yaşamaya, öz kardeşinden bile nefret etmeye ve de eşlerin birbirlerini sürekli suçladıkları sağlıksız aile birimleri sürdürmeye yönelten güdüler kesinlikle insanın asal tabiatının bir parçası değillerdir. Çocukları, anne babalarına baş kaldırmaya ya da anne babaları çocuklarını taciz edip,ihmal etmeye yönlendiren eğilimler de asal aklımızdan kaynaklanmamaktadır. Yine insanların, yaradılışın geri kalan kısmına bunca sorumsuz yaklaşıp, zarar vermesinin ardında da asal tabiat özellikleri bulunmamaktadır. Tüm bu yolunda gitmeyen ilişki ve insani acıların temeline indiğimizde, insanları, Tanrı’ya itaatsizliğe, başkaldırıya yönelten, düşmüş insanın kötülük aklının yattığını görmekteyiz.
 
Düşmüş insanın, asal aklı ile, düşüş sonrasında gündeme gelen düşmüş, kötüye eğilimli akıl arasında, başlangıçtan bu yana süregelen bir çatışma vardır. Bireylerin bütünlüklerinde yer alan bu iç çatışmalar, bireyler, aileler, kavimler ve milletlerarası çatışmaların da kaynağını oluşturur. Öte yandan da, en kötü insanda bile var olan asal tabiat belli belirsiz de olsa, düşmüş insan Tanrı’nın iradesi ile bütünleşmeye çağırır.

 
İyi ve Kötü Ruhsaların Etkileri

İnsanların asal akılları ve düşüşle birlikte sahip oldukları kötülük akılları arasında yer alan çatışma, ruh dünyasında yaşamlarını sürünmekte olan ruh varlıkların yeryüzünde yaşamakta olan insanların işlerine olan müdahalelerine bağlı olarak, zaman zaman çok daha yoğunluk kazanabilmektedir. İyi ruh varlıkların, ki bunlar Tanrı’ya yakın olan ruhlardır, yeryüzünde yaşamakta olan insanların ruhları için faydalı, yönlendirici etkiler vardır. Bunun karşılık, ruhsal gelişimleri yetersiz kaldığı için Tanrı’dan uzak kalmış, o nedenle de Şeytan’ın hoşnut kalacağı şekilde düşünüp, davranmaktan kendilerini alamayan olgunlaşmamış (nakamil), kötü ruhların, yeryüzünde zemin bulup, yapıştıkları insanların ruhlar üzerinde çok tehlikeli, zarar verici, kötüye yönlendirici etkileri bulunmaktadır. Düşüşle birlikte, akıl ve bedenleri arasında olması gereken asal düzen tersine döndüğü için düşmüş insanlar, gerek iyi gerekse de kötü ruhların yaşamları üzerinde zaman zaman çok yönlendirici olabilen etkilerinden, genelde habersiz, olarak yaşamaktadırlar. Bunda, düşmüş ruhsal eğililerimizin, duygu ve ilhamlardaki bu çok etkili ruhsal boyutu göz ardı etmesi ve bunların yalnızca kendi bireysel bütünlüklerimizden kaynaklandığına inanması yatar.
 
Düşmüş tabiata sahip bir insanın ruhu, dünyasında yaşayan seviyesi düşük, kötü diye nitelendirilen bir ruhun düşünce ve davranışları ile ortak bir zemin oluşturduğunda, o kişi, Şeytan’ın gücünü ve dünyadaki kötülük olgusunu artırcı biçimde davranmaya başlar. Şeytan’ın gücünün son bulması, ancak, insanlar onun düşünce ve eylemlerine set çekip, işleyebilmesi için kendisine gereken ilişki zeminlerini tıkadıklarında mümkün olabilir. Dinler, Tanrı’ya iman ve itaat teşvik ederek insanları kötü ruhlarla ilişkilerini koparıp atmaları, iyi ruhlar ve melekler kanalı ile ise güçlendirmeleri konusunda teşvik etmişlerdir. Adem ve Havva’da da olduğu gibi, Tanrı’ya iman edilen bir yolu seçmek ya da negatif ruhsal etkileri olacak bir seçimde bulunmak ise, sonuçta yine her insanın kendi kişisel sorumluluk payı içerisine girmektedir.
 

Düşmüş Tabiat

Düşüşle birlikte, asal iyi insan tabiatı, ile yer değiştirdi. İnsanoğlunun sahip olduğu düşmüş tabiatın kimliği analiz edildiğinde, düşüşe yol açan dört temel hatanın uzantıları olan belli başlı dört özellik göze çarpar.
 
Bunlardan ilki, düşmüş insanın, diğer insanları ve durumları, Tanrı’nın gördüğü gözle görüp, değerlendirememesidir. Düşmüş insan, miras aldığı inançsızlık ve güvensizlik temellerinden ötürü, kendinin ve de başkalarının içinde bulundukları koşulları takdir etmede güçlük çekmekte ve o nedenle de yanlış kavram ve davranışlara geçit vermektedir. Tüm günahların (insanı Tanrı’dan ayıran her tür düşünce ve eylemin) temelinde bireylerin, Tanrı’nın sahip olduğu bakış açısının aksi yönünde tavır ve pozisyon almaları yatmaktadır. Bu eğilim, Başmeleğin, Adem ve Havva’nın, kabullenememesinden kaynaklanmış ve düşüşte oluşan ilişki zemini ile de sonrasında diğer insanlara intikal etmiştir. Tanrı, Adem ve Havva’yı kendi çocukları olarak sevip, onların üç kutsamayı yerine getirebilecekleri şekilde ruhta gelişmeleri beklentisini taşırken, Başmelek, tamamen kendine merkezli olarak, bu ilişkiden nasıl bir çıkar sağlayıp, Adem ve Havva’yı bu merkezde nasıl kullanabileceğini düşünmekte idi. Tanrısal olmaktan çok uzak olan bu kendine merkezli görüş açısı, Tanrı’nın tasarladığı ideali yıkma pahasına, Başmeleği yanlış bir biçimde davranmaya yöneltti. Tanrı’ya olan inançsızlık ve güvensizliği, Başmeleği sonuçta Tanrı’ya başkaldırıp, isyan etmeye götürdü ve bu düşmüş karakter ilk iki insanın Başmelek ile oluşturdukları ilişki zemini ile de aynı şekilde onlara da, düşmüş tabiatlarının en temel özelliği olarak geçti.
 
İkincisi, düşüşle birlikte Tanrı’nın görüş açısından görüp değerlendirme özelliği yitirildiği için, insan, sahip olduğu değeri farklı yorumlayıp, kendini üstün görerek, Tanrı’nın iradesinin gerçekleşmesine sekte vurma pahasına, güç ve prestij kazanma aşkı ile, kendi kafasına göre hareket etmeye eğilimli hale geldi.Böylece insan, sahip oldukları ile hiç bir zaman tam anlamıyla tatmin olmadığı ve hep başkalarında var olana gıbta edip, onları da ele geçirme hırsı gibi bir tabiata sahip oldu. Bu düşmüş tabiat da, diğerleri gibi, yine, sahip bulunduğu Adem ve Havva’nın öğretmen ve gözetmeni olma pozisyonunu hazmedip, kabullenemeyen Başmeleğin tutumundan çıkış buldu. Önemini kavrayamayan Başmelek, Tanrı tarafından belirlenmiş bu pozisyonunu değiştirip, Adem’inki gibi, Tanrı’nın ilk oğlu ve kendisi için asal söz konusu olmayacak Havva’nın eşi olma gibi yüksek, nitelikli bir pozisyonu elde etmeyi arzuladı. Kendi değerinin üstünlüğüne inanıp, başkalarının sahip olduklarını gasp etme güdüşü de böylelikle, yalnızca insanın Tanrı’ya bütünleşeceği yolu tıkamakla kalmadı, zina dediğimiz prensip dışı olaya da zemin hazırladı.
 
Üçüncüsü, ikinci düşmüş tabiatın bir sonucu olarak, insanlar, izlemeleri gereken kişileri izlemek yerine, onlar üzerinde egemen olma gibi bir eğilime sahip oldular. Bu özne olma düzeninin tersine dönmesi, insan ilişkilerindeki kaosun da kaynağını oluşturdu. Tanrı tarafından insanların izleyip, örnek almaları amacıyla yollanan peygamber ve ermişler her defasında, kuşku ile karşılanıp,dışlandılar, hatta ve hatta kurtulmalarına yardımcı olmaya çalıştıkları kendi halkları tarafından çeşitli eziyetlere maruz kaldılar. Bunun sonucunda ise, o insanlar ve toplumlar,Tanrı’nın iradesinin aksi yönde davranmış olmanın bedelini tarih boyunca ödemek durumunda kaldılar. Düşmüş tabiatların bir parçası haline gelen bu özellik de, diğerleri gibi yine, Tanrı’nın yaradılışının doğal düzeninin aksine Adem ve Havva’nın üstünde bir yere sahip olmak isteyen Başmelekten insanlara aktarıldı.
 
Yaradılışın doğal düzeninde, Adem, Havva’ya, Adem ve Havva ilişkisi ise Başmeleğe göre özne pozisyonunda idiler. Düşüşle birlikte Adem ve Havva, Başmeleğin arzularına göre hareket etmekle, onu kendilerine özne kıldılar ve böylece Tanrı’nın insiyatifini hiçe sayarak onu adeta Tanrı pozisyonuna oturttular. Bu haksız pozisyon gaspının uzantılarını, yaşamda, güçlülerin zayıfları, kötülerin peygamberleri ezmeleri, öğrencilerin öğretmenlerine baş kaldırması gibi oluşabilen pek çok kaotik olguda gözlemleyebiliriz.
 
Dördüncüsü, insanlar, yine düşüşe bağlı olarak ortaya çıkıp, gelişen, kendi yanlış düşünce ve davranışlarına başkalarını da ortak edip, üstenilip, onarılması gereken hataların sorumluluğundan kaçınma tabiatına sahiptirler. İnsanlar, yaptıkları kötü hareketlere mutlaka bir kılıf bulup, kendini haklı gösterme ve başkalarından da onay alarak bu hatalarına onları da ortak etme eğilimindedirler. Kötülüğe bu şekilde çeşitli gerekçelerle haklılık kazandırma çabası, yanlış davranışların bertaraf edilmesine de dolayısı ile engel olmaktadır. Bu düşmüş tabiat, Başmelek ile olan ilişkisinden utanç ve suçluluk duyan Başmelek etkisi altındaki Havva’nın, davranışından pişmanlık duyup, tövbe edeceği ve de hatasını onaracağı yerde, aynı prensip dışı ilişkiye Adem’i de bulaştırıp, kendi üstlenmesi gereken sorumluluğa onu da ortak etme çabasından çıkış bulmuştur. Bu düşmüş anlayışın egemen olduğu toplumda da, yaygın bir biçimde, yanlış yapılan şeylerin gayet iyi billincinde olunmakla beraber, üstlenilmesi gereken sorumluluktan kaçınıp, en aza indirebilmek için, başkalarına da yanlışlığı bilinen şeylere alet etme ya da bulaştırma eğilimi hakimdir. Bu tip davranış, kendi ve başkalarının hataları adına sorumluluk yüklenebilme yaklaşımı ile ters düşmektedir. Sorumsuz davranışlar ise, Tanrı’nın çalışabileceği zeminleri tıkadığı için, kötülük olgusunun çoğalmasına neden olmaktadırlar.
 
Düşmüş tabiatların, yukarıda sıralanan dört yönü de, ilk aile birimi içinde yoğun bir biçimde yer aldı ve de daha sonraki nesillere intikal etti. Şeytan’ın Adem ve Havva’yı ruhsal olarak öldümesi gibi, Kabil’in de kardeşi Habil’i öldürtmesi olayında da görüldüğü gibi, düşmüş tabiatlar, kan bağı ile miras alınan, kalıtsal nitelikli özelliklerdir. Kabil, kardeşi Habil üzerinde özne olma hırsının üstesinden gelemedi ve Tanrı’nın kardeşi için duyduğu özel sevginin tüm aile için olan önemini kavrayamadı, Habil’inkinden daha düşük seviyeli bir sunu sunduğu gerçeğini hazmedemedi ve kardeşini öldürerek onun üzerinde özne olmayı arzuladı. Bu işteği, onun, Şeytan’ın Adem ve Havva’yı ruhsal olarak öldürme günahını, daha geniş çerçevelere taşıması ile sonuçlandı.
 
İnsanlar, eğer Tanrı ile bütünleşecek denli gerçek anlamda özgür olmak istiyorlarsa, miras alınan düşmüş tabiatın dört yönünden de kendilerini sıyırmak zorundadırlar. İnsan ağacının kökleri olma özellikleri ile Adem ve Havva’nın davranışları, soylarından çıkış bulan insanlığın geri kalanına da etki etmiş bulunmaktadır. Ancak, ağacın kökünden yapraklarına değin yayılan rahatsızlığın gerçek nedeni anlaşılıp, çözümlenerek tedavi edildiğinde, ağacın tekrardan iyi meyveler vermesi için de bir neden yoktur. Düşmüş tabiat da, tıpkı genetik bir rahatsızlık gibi, insanların yaşamalarını, kendileri farkında olsalar da, olmasalar da etkilenmektedir. Tüm dinlerde, insan düşmüş tabiatlarının değişik yönlerinin üstesinden gelebilmelerine yardımcı olacak öğretiler vardır. Ve felsefi görüşlerin en iyileri de, hep bu tip etki değerler üzerinde dururlar. Sahip bulunduğu düşmüş tabiatların caydırıcılık ve ayartıcılıklarına sürekli karşı koyup, gerçek bir ahlaki standarta göre yaşamak, her insan düşen sorumluluk payının en önemli bölümünü oluşturur.

 
Tanrı Düşüşe Neden Engel Olmadı? 

Adem ve Havva’nın soyundan çıkış bulup, tüm dünyaya ve insanlık tarihine bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan kötülük olgusu düşünüldüğünde insanın aklına ister istemez, Tanrı’nın neden Düşüş olayına müdahele edip, engel olmadığı sorusu gelmektedir. Sorunun cevabı, insandan beklenen sorumluluk payının yerine getirilmesi gerçeğinde yatmaktadır. Gerek Adem ile Havva, gerekse de Başmeleğin Tanrı tarafından kendilerine bahşedilmiş, Tanrı’ya itaat edip, etmemeyi de kapsayan bir hür iradeleri bulunmakta idi. Tanrı, tüm sevgi ve emeğini vererek yarattığı bu varlıkların, kendisini, zorlama ile değil kendi hür iradeleri ile sevmesini istediği için onlara seçim yapabilme özgürlüğünü tanıdı. Çünkü, gerçek sevgi, koşulsuz sevgidir.

Tanrı, Adem ve Havva’nın izlemeleri gereken yolda tökezlediklerini gördüğünde, düşmelerine engel olsa idi, en başta, kendi yaratmış olduğu yaradılış prensiplerine ters düşerdi. Çünkü Tanrı, insanı, diğer varlıklarından farklı olarak, ancak belli insani sorumlulukları yerine getirdiğinde tam anlamı ile özgür olup, kendi ifadeleri olabilecek bir üstün pozisyonda yarattı. Öyle ki, henüz gelişim sürecinde iken Tanrı’nın herhangi bir müdahelesi, bir anlamda Tanrı’nın Adem ve Havva’ya hatalı yaratmış olduğu ve hatasını düzeltmeye kalkması ve de Adem ile Havva’nın taraf oldukları bu hatada Tanrı’nın da insiyatifi bulunduğu anlamına gelirdi ki, böyle bir davranış, prensip açısından bir dayanaktan yoksun olurdu. Adem ve Havva kendilerinden beklenen varlık amaçlarını yerine getimek için, hür iradeye sahip olmak durumunda idiler. Ve hür iradeleri ile sorumluluklarını üstendiklerinde ancak, insan olma amaçlarını tam olarak gerçekleştirebilirlerdi.
 
Kısacası, Tanrı’nın mükemmel prensiplerine göre, yaradılış amacı, ancak ve ancak insanoğlu kendi payına düşen sorumluluğu yerine getirdiğinde istenen çizgideki ideal sonuca ulaşabileceği için Tanrı, düşüşe engel olmadı.

 
İnsanlığın, Neden Gerçek Ebeveynler’e İhtiyacı Var?

Adem ve Havva’nın düşüş olayı, Tanrı’nın insanlığa yönelik iradesinin, gerekli şartlar oluşup, düşmüş Adem ve Havva’nın yerine onların pozisyonunu üstlenip, üç kutsamayı yerine getirebilecek ve insanlık için yeni ve Tanrı merkezli bir başlangıç yapacak yeni bir Adem ve yeni bir Havva figürünün ortaya çıkışına dek ertelenmesi ve de düşüş olayından sonra insanlığın yerine getirmesi gereken asal amacın, vaadedilen Tanrısal düzene ulaşmak olarak belirlendiği anlamına gelmekteydi.

Tanrı idealinden uzaklaşmış dünyamızda, sahte düşünce, ilişki ve kurumlar gitgide yaygınlaşmakta ve de Tanrı merkezli her düşünce ve eylem, kendini, ancak büyük mücadelelerden sonra kabul ettirebilmektedir. Çocuklar, bir yandan iyiliğe yönlendirici asal tabiatlar, diğer yandan da atalarından miras aldıkları düşmüş standartlarla dünyaya gelmekte ve bilinçlenir bilinçlenmez, kendilerini sonu gelmez bir çelişki ve çatışma yumağının içerisinde bulmaktadırlar. Toplumda  artık kemikleşen ve giderek de kanıksanan bozuk düzenin standartları, bu çocukları, Tanrı’nın yasalarını kolaylıkla ihlal edip, dünyaya egemen olmuş çarpık sevgi ilişkilerinin ayartılmış yeni kurbanları olmaya ise adeta yönledirmektedir.
 
Tanrı,çelişki ve çatışmalar içerisinde düzeni tersine dönmüş bu dünyaya, zaman zaman, insanlarını eğitip, aydınlatmak üzere, çeşitli kişi ve gruplar yollamaktadır. Dinler tarihinin esası da zaten bu Tanrı temsilcilerinin, dünyadaki çarpık statükoyu, Tanrı gerçeği ve sevgisi ile değiştirme çabalarına dayanmaktadır. Ne var ki, bu insanlar, her zaman içinde yaşadıkları toplumun üyeleri tarafından kuşkuyla ve düşmanlıkla karşılanmışlar ve yaşamlarını Tanrı idealinin gerçekleşmesine ve insanlığın hizmetine adayanların, kötülüğün güçlerine çok daha fazla hedef olmaları gerçeği yüzünden büyük eziyetlere maruz kalmışlardır.
 
Tanrı’nın insanı onarmada Şeytan’a karşı verdiği mücadele, öncelikle bireyin kendi bünyesinde yer alır. Akıl, beden üzerinde, asal tabiatımız ise düşmüş tabiatımız üzerinde özne olmadığı sürece, dış dünyada var olan kötülük olgusunu alt etmede başarılı olmak da mümkün değildir. Bu şaşmaz prensip, Nuh’tan Muhammed’e ve bugünkü çağdaş Tanrı temsilcilerine değin yer almış her Tanrı merkezli üstün kişilik tarafından anlaşılıp, uygunlanmıştır.
 
İnsanlar, Adem ve Havva’nın düşmüş soyağacından doğdukları sürece miras alınan düşmüş tabiatları, kendilerini Şeytan’dan tamamen ayırıp, Tanrı ile mutlak bir bütün oluşturabilmelerine imkan sağlamaz. Bu gerçekten ötürü, Tanrı’nın bakış açısından insanlık tarihinin ana hedefi, düşmüş dünya olgusu içerisinde, yeni, saf bir soyu başlatacak yeni bir ilk aileyi yaratmak, böylece düşmüş dünya içerisinde yeni, saf bir aile birimini tesis etmek olagelmiştir. Bu yeni soy, düşmüş tabiatların etkin olduğu diğer soyla yer değiştirip, zaman içinde yaygınlaşmak durumundadır. Yeni bir Adem ve Havva figürü, sevgiyi, yaşamı ve soyu tekrardan Tanrı’nın egemenliğine onaracak ve böylelikle Tanrı’nın arzu ettiği ve insanlığın erdemli, asal tabiatının da her dem sabırsızlıkla beklediği Tanrı merkezli aile, kavim, milletler ve sonuçta da dünyanın yaratılmasına temel oluşturacaklardır.
 
 
Sonuç
 
Düşüş, yaradılış bünyesinde insan ilişkilerinin gerçek sevgiden uzak gelişmesine neden oldu. İnsanlığın ilk ebeveynleri, kendilerinden sonra gelecek insanlar tarafindan da örnek alınacak bir ideal birimi tesis edeceklerine, insanların Tanrı’ya ve kendilerine yabancılaştıkları, diğer insanlar ve tabiat ile gerçek sevgi ilişkisini nasıl kuracaklarını bilmedikleri bir günah dünyasına geçit verdiler. Üç kutsama idealinin bir an önce gerçekleştirilmesi ise, günah yükü altında, gerek bireysel gerekse de toplumsal anlamda birbirleri ile çatışan insanların kanlı mücadeleleri ile şekillenen tarih içerisinde, bir kaçınılmaz zorunluluk haline geldi. Kötünün egemenliğini sona erdirmek ve Tanrı’ya merkezli gerçek bir sevgi dünyasını yaratmak için gerçek ebeveynler, düşmüş sevgi, yaşam ve soyu onarmak üzere gelmek durumundadırlar. Bu amaç, her dönemde tarihin, merkez itici gücü olmuşur. Kitabın 3. Bölümünde, gerçek ebeveynlerin gelişi ile bağlantılı prensipler ve tarihi gelişmelere ışık tutacağız.
 
 

 



 I Başa dön I Ana Sayfa I E-Posta I
 
 
Copyright © 1998 DÜNYA BARIŞI İÇİN AİLE FEDERASYONU VE BİRLİK. All rights reserved.