Önsöz
Giriş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Giriş2
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
 İçindekiler
 E-Posta
 Ana Sayfa 
 Seyir
 
 
5   Fizik ve Ruh Dünyası
 
 

Fizik Dünya ve Ruh Dünyası
Fiziksel Benlik, Ruhsal Benlik
Bedenin Görevi
Ruhun Gelişimi
Cennet, Cehennem ve Tanrı’nın Dolaysız Sevgi Sahası
Sonuç
 
 
 


Önceki konularımızda, yaradılış bünyesınde, içsel karakter-dışsal form ve pozitiflik unsurlarının yer aldığı eşlilik tabiatlarına genişçe yer verdik. İçsel karakter, beş fizik duyumuzca algılanmamakla beraber, insanlarca dolaylı ya da dolaysız olarak gözlemlenen dışsal gerçeklerin vücut bulması ile yakından bağlantılıdır ve onların aldıkları yönlerden büyük ölçüde sorumludur. Bunu belirtmemizdeki amaç, görünmez, içsel (manevi) dünyanın bir sebep dünyası olmaklığından ötürü, insanın fizik duyularınca algılanıp, bilimin ulaşabileceği dünyadan daha büyük bir öneme sahip olduğunu vurgulamak içindir. Bunca önemine karşın, gerçeğin bu içsel boyutu hakkında, bugüne dek yeterli, doyurucu bir bilgiye sahip olunabilmiş değildir. Bugünün bilimle özdeşleşen ve her şeye derin bir kuşku gözlüğü ardından bakan dünyasında,  bu konunun etüdü ve buna yönelik eğitimi,  bilimin kendisi de,  gözlemlenebilir fizik dünyasında etkileri çokça görülen bir görünmez sebep güçlerinin varlığını tümden görmezlikten gelmemekle beraber, her nedense yalnızca din kurumlarının alanı içerisinde sınırlı kalmıştır.
 

Oysa, görünmez, sebep dünyasının sisler ardında kalması için bir neden yoktur. İnsanlığın, artık, yeryüzündeki varlığını uygun bir düzen ve perspektife oturtacak biçimde, insan yaşamının içsel boyutlarını algılayıp, özümseyeceği bir anlayışa erişmesi zamanı gelmiş hatta geçmektedir bile. Toplumun kültür temellerini kökünden sarsan ve hızlı bir yükseliş gösteren materyalizm, insanlar, yeryüzündeki sınırlı varlıkları ile ruh dünyasındaki sonsuz varlıklarımızın tükenmez değerleri arasındaki dengeyi kurmadıkları müddetçe ürkütücü bir biçimde yayılıp, var olan tüm değerleri de tüketebilecektir.
Bu konu, ruh dünyasının varlığını ve fizik dünya ile olan ilişkisini, ruhsal tabiata sahip olmaklıklarından ötürü, fizik ve ruh dünyası arasında bir uyum merkezi oluşturan insanoğlunun özellikle yadsınamaz rolünü ele almakta ve ruh dünyasının fizik dünyayla nasıl bir bağlantı içinde olduğu, insanın bu iki dünya arasında nasıl bir  aracılık oluşturduğu, insan ruhunun nelere bağlı olarak geliştiği, ruhun, fizik ölüm olayından sonra nereye gittiği, cennet, cehennem, Göklerin Krallığı terimlerinden hangi alanları simgelediği gibi bir dolu soruya cevap vermektedir.
 

Fizik Dünya ve Ruh Dünyası

İnsanın beş fizik duyusu ile algılayabildiği fizik dünya, yine insanın beş ruhsal duyusu ile algılayabileceği görünmez ruh dünyası ya da kısaca ruh dünyası ile birlikte birbirlerini tamamlar bir bütünün birer parçasıdırlar. Ruh dünyası, bir fantezi ya da insan beyninin ürettiği bir hayali mekan değil, aksine, insanın görünmez olan ruhunun sonsuza dek barınacağı gerçek, ama fizik dünyadakinden farklı bir boyutta yer alan bir alandır. Ruh dünyası gerçeği, en iyi biçimde, aile, arkrdaşlık, milliyetçilik ve din gibi değerlerin bünyelerindeki ilişkileri yönlendiren görünmez bağlarla insanı etkileyen sevginin gücü kabul edildiğinde anlaşılabilir. Pek çok insanın yaşamlarının, inanç, ilişki, gelenek ve kültür faktörlerine bağlı olarak yönlenip, geliştiği inkar edilemez bir gerçektir. İnsanın içinde yaşadığı fizik dünyanın da, bedenin aktiviteleri akılca yönlendirildiği için, bu içsel, manevi güçlerle şekillendirildiğini anlamak zor olmasa gerek. Akıl ve ruhun bulunduğu boyut, bedenin bir parçası olan fizik dünyasını harekete geçirip, yönlendiren bir sebep sahasıdır.
 
İnsanlık, bünyesindeki ruhsal ve fiziksel birimler arası ilişkideki uyumun yitirilmesi sonucu Tanrı’dan uzaklaştığı için, ruh dünyasının nasıl olduğu ve bu dünyadaki kuralların nasıl işlediğine yönelik konular, bugüne dek hep bir sis perdesi ardında saklı kalmış ve yalnızca sınırlı sayıdaki insanın yine sınırlı anlayışları ile zaman zaman algılanabilmiştir. Oysa ki, insanlık, bedenin ölümden sonra sonsuza dek yaşamak üzere geçiş yapacağı bu boyut hakkında çok daha doyurucu bilgilere sahip olmak zorundadır.

 
Fiziksel Benlik, Ruhsal Benlik

Şimdiye kadar, insanın akıl ve bedenden oluşan çiftlilik karakterlerinden söz ettik. Ne var ki, akıl ve beden kavramlarının derinliği, içsel ve görünmez olan insan tabiatının daha kapsamlı bir biçimde incelenip açıklanmasını ve de insanın görünür, dışsal kişiliği ile nasıl bir bağlantı içinde olduğunun açığa çıkarılmasını gerekli kılar. İnsanoğlu, fiziksel benlik ve ruhsal benlik ya da kısaca ruh ve beden diye nitelendirebileceğimiz iki farklı, fakat birbirini tamamlar birimden oluşur.
 
Fizik benliğimiz, döllenme ile birlikte başlar ve işlevini tamamlayıp, fizik fonksiyonları sona erip, ölünceye dek yaşamına devam eder. Ruh benlik ise, bebeğin doğumu ile birlikte otonom varlığına başlar ve önce fizik benliğe bağımlı olarak, sonrasında ise ruh olgunlaşıp bedenin işlevi sona erdiğinde, fizik dünyadan bağımsız olarak, ruh dünyasındaki varlığını sonsuza dek sürdürür.
 
Yeryüzü yaşamlarımız sırasında, ruh dünyası gerçekte bizlerden uzak olmamakla beraber, insanların gelişmemiş, güdük kalmış ruhsal duyularından ötürü pek çok kişiye tamamen yabancıdır.
 
İnsanoğlu, her iki dünyada da yaşar, ancak ruh dünyasının öznelik karakteri genellikle bedenin ardında saklı kalır. Bu gerçeğin farkına varılması ve doğru anlaşılması, kişinin, fizik yaşamını, sonsuz ruhsal varlığının geniş kapsamlı amaçlarına hizmet edebilecek şekilde şekillendirebilmesi açısından son derece önemlidir.
 
Ruh benliğinin, hem bir ruh aklı, hem de, bu ruhsal aklın istek ve direktiflerine karşılık veren bir ruh bedeni vardır. Ruh benlik, ya da kısaca ruh, ruhsal duyuları açık olan insanlarca algılanabilen belirgin bir şekle sahip olması anlamı ile tamamen somuttur ve de fizik benliğin işlerliklerinin tümüne de, zaman-mekan sınırlaması olmaksızın sahiptir. Fizik benliğin, beyin ve merkezi sinir sistemine bağlı olarak çalışan bir fiziksel aklı ve bu fizik aklın isteklerine cevap veren bir de fizik bedeni vardır.
 
Ruhsal akıl, bireylerin sonsuz yaşam, sevgi ve ideallerini kontrolden yükümlü olan ruh benliğin merkezini oluşturur. İnsan varlığı, ruhsal akıl aracılığı ile, duygu, entelekt, irade birimlerinde değer kazanır ve bunlara bağlı olarak, güzellik, gerçek ve iyilik arayışlarında olgunlaşır. Ruhsal aklın en önemli özelliği, Tanrı’nın insanda yerleşip, yaşayabileceği yegane birim olmasıdır. Fiziksel akıl ise hayvanlardaki beslenme, kendini koruma, konfor ve üreme arzularına karşılık vererek bedenin yaşamasına katkıda bulunması yönü ile, hayvanlardaki ilkel içgüdüye benzer bir işleve sahiptir. İnsan aklı, o halde, insanın varlık almasına yön ve amaç kazandıran bir özne olarak, ondaki görünmez ve ruhsal yön diye tanımlanabilir. Fizik yaşamı içindeki bir bireyin, fizik aklı, ruh aklı ile birlikte insanın varlığının sebepsel, motive edici yönü olan, insan aklını yaratmak üzere sürekli ve karşılıklı bir iletişim içindedir. Ruh akıl ve fiziksel aklın, Tanrı’ya gerçek sevgi karşılığını vererek sevinç sağlayacak biçimdeki birliği asal akıl (orijinal akıl) diye adlandırılır. Asal akıl, Tanrı’nın insan bünyesinde yer alan sesidir.
 
Herşeyin ideal olduğu bir durumda, fizik benliğin güçlü istekleri, ruh benliğin çok daha güçlü istekleri karşısında doğal olarak bir nesne oluşturur ve bu iki benlik, akıl ve beden arasındaki ilişkinin mükemmelleşmesi ile belli bir uyuma ulaşır. Ancak, insan bir kez, Tanrı prensiplerini yok saydığında, bedenin istekleri de, ilk kutsamayı ihlal edecek biçimde, aklın isteklerini, bugünkü dünyada tanık olunduğu gibi, ruhsal değerlerin yok edilmesi pahasına salt fiziksel tatmin arayışlarına yönelterek haksız özne durumuna geçer.
 
İnsanı, ruh ve bedeni arasında uyumlu bir ilişki kurmaya yöneltmede vicdanımız, iyi bir içsel rehberdir. Vicdan, asal akıl seviyesine ulaşma sürecinde, ruhsal aklın, fiziksel akılla bir uyum oluşturabilme aşamasında gelişen bir iletişim mekanizmasıdır ve asal aklı ölçü alarak gelişme durumundadır. Vicdan, insanı, mutlak değere sahip bir varlık olarak, varoluşunun gerçek amacını, sahip olduğu ruhsal seviyeye paralel olarak, yerine getirmeye yöneltir. İnsanı, Tanrı ile mükemmel bir birlik içinde yaşamaya yönelten, güzellik, gerçek ve iyiliğe yönelik mutlak değerler yalnızca asal akıl tarafından algılanabilir. Düşmüş dünyamızda, şartlara bağlı olarak değişen ahlaki sistemlerde çeşitlilik gösteren değişik standartlara, maalesef her geçen gün yenileri eklenmektedir. Din kurumlarının görevi, böylesi değişkenlik gösteren standartların ötesinde, mutlak değerlerin tam ve kapsamlı anlayışına ulaşması için, insan aklının bu yöndeki gelişimine katkıda bulunacak eğitimi vermektir. Dini gerçek, vicdanın işlerlik kazanması için gereken zeminin oluşmasına ancak bu yolla yardımcı olabilir. Asal akıl, insan düşünce ve davranışına ne denli egemen olursa, vicdan da, o denli başarıyla, insanları, güzellik, gerçek ve iyiliğin mutlak standartlarına doğru yönlendirebilir.

 
Bedenin Görevi

Fizik dünya, Tanrı tarafından, fizik bedenler için gerekli şartların sağlanması amacı ile yaratıldı. Bu çerçevede, bedenin varlığını sürdürdüğü sınırlı yaşam sürecinin, çok önemli iki işlevi bulunmaktadır: 1. Ruhun çocukluktan olgunluğa gelişiminde destek olmak, 2. İnsanın üremesi ile, ruh benliklerin, erkek ve kadınlar olarak çoğalımlarına katkıda bulunmak. Beden bir yandan bu işlevleri yerine getirirken, diğer yandan da, Üç kutsamayı yerine getirerek sevinç duymalarını sağlayacak biçimde, insanın asıl amaç ve isteklerinin yeterliliğe ulaşmasına da yardımcı olur. Bu görevlerini yerine getirebilmek için, beden, fiziksel sevinç ya da zevk diye nitelendirdiğimiz duyguları tadabilecek bir kapasitede şekillendirilmiştir.
 
Beden işlevini tamamlayarak öldüğünde, bir daha asla bir madde bütünü oluşturmamak üzere, yapısını oluşturan temel elemanlara ayrılacağı yer olan toprağa döner. Beden öldüğü anda, ruh, ondan ayrılarak, beden sınırlaması olmaksızın, ruh dünyasındaki sonsuza dek sürecek varlığına başlar. Bu boyuta geçmiş ruhun, hem ruh dünyasındaki diğer ruh varlıklarla, hem de halen fizik dünyada fizik bedenleri içinde bulunan insanların ruh benlikleri ile iletişim kurabilme yeterliliği vardır. Fizik bedenimizin algıladığı beş fizik duyuya paralel olarak, ruh bedende de, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma gibi, ruhun ruh dünyasını algılayıp, zevkine varabilmesi için gerekli olan tüm duyular mevcuttur.
 
Yeryüzündeki yaşamlarında sahip oldukları bu ruhsal duyuları kullanacak ve iradeleri ile de ruh dünyasını algılayarak, iletişim kurabilecek yeterlilikteki insan sayısı çok azdır. Bu sınırlı sayıdaki insanların bir bölümünü, derin bir biçimde dindar diye nitelendirdiklerimiz oluştururken, bir diğer kesimini de, ya sahip oldukları bu ruhsal algılama avantajından habersiz yaşamlarını sürdürenler ya da bu özelliklerini, fal, büyü ve benzeri ben-merkezci isteklerin egemen olduğu sahalarda kötüye kullananlar oluşturmaktadır.

 
Ruhun Gelişimi 
 
Gerek erkek, gerekse de kadın, hem ruh ve bedenlerinin karşılıklı ilişkisi sonucu birbirlerinden edindikleri artı değerler, hem de kendi varlıkları dışındaki bir takım kaynaklardan sağladıkları unsurlar kanalı ile mutlak olgunluğa doğru büyürler. Bedenin gelişimi için, güneş ışığı, hava, yiyecek, içecek gibi dışsal unsurların yanısıra, ruhun özümseyeceği içsel, manevi elemanlar gerekirken, ruhun gelişimi için, Tanrı’nın sevgi ve gerçeğinden gelen içsel unsurlar ile birlikte, bedenin aracı olacağı dışsal davranışların oluşturacağı ruhsal temeller gerekmektedir. Ruhsal gelişimin ana hedefi, bir önceki konuda da açıklandığı gibi sevgi anlayışlarımızın, aile bünyesi içinde pasif, karşılıklı ve şartsız sevgi olmak üzere üç aşamalı olgunlaşma süreci içinde mükemmelleşeceği bir seviyeye ulaşılmasıdır.
 
Gelişim sürecinde, beden, ruha, canlılık elemanları dediğimiz enerjiyi, asal aklın direktiflerine uygun karşılığı veren işler kanalı ile sağlar. İyi işler yapmak, iyi, olumlu canlılık elemanları, yanlış işler yapmak ise, kötü, olumsuz canlılık elemanları kazanmamıza neden olur. Ruhun, gelişmek için pozitif canlılık elemanlarına ihtiyacı vardır. İnsanlar, bu prensibin işlerliğinden ötürü, iyi işler yaptıklarında kendilerinde nedenini tam olarak çözümleyemedikleri bir iyilik, canlılık, Tanrı iradesine karşı gelen bir iş yaptıklarında ise olumsuzluk, rahatsızlık duyguları hissederler. Bunun nedeni, ruhun, canlılık elemanlarının niteliğini çok iyi algılayıp, iyiye iyi, kötüye ise hoş olmayan, negatif bir tepki vermesidir. Sağlıksız bir beslenmenin bedene zarar vermesi gibi, kötü canlılık elemanları da ruha zarar verip, yıpranmasına neden olur. O nedenle, kötü merkezli bir yaşam sürmüş bir insanın ruhu, kelimenin edebi anlamı ile çirkin bir görünüm sergiler. Ruh, bedene, ruhsal (manevi) elemanlar yolu ile enerji verir. Sevgi ve gerçekle esinlenmiş ruh, bedeni iyi işler yapmaya yönelten ruh elemanlarını harekete geçirirken, Tanrı’nın sevgi ve gerçeğine uzak olan ruh, ruhun gelişimini sağlayan ruhsal enerjiden yoksundur. Böylesi bir ruhsallık açmazı, bedene yön veren ruhsal elemanların akışının da sona ermesine neden olur. Fiziksel olarak beslenemeyen bir bedenin gelişiminin sona ermesi gibi, ruhsal olarak beslenemeyen beden de, giderek zehirlenerek tükeneceği bir noktaya gelir. Burada sözü edilen zehir, ruhun, düşük seviyeli ruhlarla ilişki zeminleri oluşturup, onlardaki, tüm nefret, hırs, kin yüklü yanlış duygularla verme alma işlemine girerek, kendi bedenini, Tanrı’nın iradesinin aksi yönde işler yapmaya yönelterek, kötülük elemanlarına geçit verecek şekilde davranmasıdır,
 
Canlılık ve ruhsallık elemanları, bir insanın içsel karakter ve dışsal aktivitelerinin başa baş gitmesi gibi, beden ve ruh birimleri arasında sürekli bir iletişim içindedir. İyi bir yaşam, sevgi ve gerçekle, esinlenmiş iyi davranışlar üzerine kurulur. Sevgi ve gerçek, Tanrı’dan çıkış buldukları ve de insanlara yaşam elemanları olarak sunuldukları için ideal bir dünya olgusunda, kalp bazında Tanrı ile bir birlik içinde olan bireylere de doğal olarak intikal edip, akacaktır. Ancak bugün tanık olduğumuz gibi, Tanrı’ya itaatsizlik gösterme sonucu, O ndan kopma noktasına gelinen bir dünyada, bu canlılık elemanlarının işlerlik kazanmasına yardımcı olacak bilgi ve sezgileri kazandırmak, din kurumlarının varlığını gerekli kılmıştır. Dini bir yaşamın esası, sevgi ve gerçeğin arayışına dayanır. Tanrı’nın sevgi ve gerçeği, insana, ancak, mutlak gerçeği yayıp, iyi işler yapma yoluyla bu sevgi ve gerçeği başkaları ile paylaştıkları oranda akar. Almak, vermeyi de gerektirir. Aksi halde sevgi ve gerçeğin cisimlenmesi engellenir ve dolayısıyla ruh gelişemez, bodur kalır. Derin etütler, düşünce ve meditasyon tekniği, dua ve insanlara hizmet yolları ile, inançlı bir insan, adım adım ruhsal olgunluğa ulaşabilir. Tanrı’dan alınan sevgi ve gerçeğin boyutu geliştik sıra, kişinin söz ve davranışlarındaki erdemlilik de gelişir. Böylece insan ruhu da, Tanrı’dan kaynak bulan yaşam elemanlarını, daha yoğun algılayabileceği bir noktaya erişir.
 
Bilgisizlik ya da Tanrı’nın varlığını yok sayma, bu manevi canlılık elemanlarının karşılıklı alış-verişine tam olarak engel olmamakla birlikte, insanın gelişim çerçevesini ciddi biçimde daraltan bir faktördür. Tanrı’dan gelen yaşam elemanı yaşamın kaynağıdır ve de ruh ve canlılık elemanlarına göre özne pozisyonundadır. Bir insanın fizik bedeni yeterince beslenemediğinde nasıl verimli olamazsa, aynı şekilde yaşam elemanından yoksun ruh da, ruhsal açlığın ötesinde, düşük seviyeli ruhların kin, nefret vb. Gibi duygu etkilemeleri ile yavaş yavaş zehirlenir. Yaşam elemanları, bireyin, onun varlığını kabul edip, etmemesine bağlı olmaksızın işlevini belli sınırlarda sürdürmekle beraber, bireyin bu gücün varlığından haberdar olması, bireyi, bu gücü, en üst kapasitede kullanabilmeye yeterli kılar. Şöyle bir örnekle konuya açıklık kazandıralım: Endüstri devrimi öncesi, insanoğlu, elektriğin büyük gücünün varlığından habersiz olduğu için, statik elektrik ve şimşek gücünden çokça etkilenmiş olmasına rağmen, bu gücü kendi yararı için nasıl kullanacağını bilememekte ve bu gücün sağlayacağı tüm nimetlerden yoksun yaşamakta idi. Benzer biçimde, Tanrı hakkındaki bilgisizliğin de, insanı, varoluşun gerçek amacını hiç bir zaman tam olarak anlayamayacağı bir kısır noktada tutacağı ve dolayısı ile sürdürdüğü ilişkilerde, bir mükemmelliğe ulaşmasına engel olacağı için sonuçta çöküşe götüreceğini anlamak zor olmasa gerek.
 
Tanrı’nın asal yaradılışında, insan bedeni ve ruhu, aynı zaman periyodu içinde, birbirine paralel biçimde olgunluğa ulaşmak adına yaratılmıştı. Ve insandaki bu iki birbirinden soyutlanamaz birim, mutlak bir denge içinde uyumlu bir birliktelik oluşturma durumunda idiler. Oysa, bugün içinde yaşadığımız dünyada, insanların fiziksel ve ruhsal gelişimleri arasında, muazzam bir ayrılık ve çelişki gözlemlemekteyiz. Gerekli fizik elemanlara sahip olduğunda tüm bedenler büyüyüp, gelişirler ancak Tanrı ile aralarında mesafe bulunan ruhların gelişip, olgunlaşabilmeleri bedenlerin gelişimi kadar kolay olmamaktadır. İnsanlığın yüzyüze kaldığı kötülüklerin ardındaki ana motif de, işte bu ruh ve beden arasındaki uyumsuzluktur zaten. Olgunlaşmış bir bedene sahip olmakla birlikte, ruhen alt seviyelerde olan bir insanda, aklın, beden üzerinde özne olmasını gerekli kılan yaradılışın doğal düzeni tersine dönmüştür. Tanrı merkezliliği yitiren bir beden ise ruhuna büyük zararlar verecek davranışlara yönelebilir. Bedenin, akla ait özne rolünü gaspetmesi, Tanrı’nın yaradılış düzeninin aksine, fiziksel benlik gereksinmelerinin, ruhsal benlik gereksinmelerinin önünde yer alması gibi, aklın bünyesinde yer alan önceliklerin yer değiştirmesi anlamına gelir. Böyle bir durumda, insanı, yaradılış bünyesinde, eşsiz, merkezi bir yere oturtan farklı yegane özellik ruh olduğu için, insan, insan olma değerlerini yitirir.
 
Ruhsal açıdan duyarlı bir insan, bir başka insanın ruhsal seviyesini ayırdedebilir. Ruhsallıkta sıradan diye nitelendirilecek bir insan bile, ruh ve beden arasındaki canlılık ve ruhsallık elemanlarının alış-verişine göre farklılık gösteren ruh seviyelerine bağlı olarak, bir başka insanın karakter ve davranışlarındaki değişimleri hissedebilir. Samimiyetten uzak bir gülümseme, sahibinin gerçek ruh seviyesini nasıl uzun süreli gizleyemezse, ruhen yüksek bir insandan yayılan iyilik, güzellik titreşimleri de, o kişi dışsal anlamda, çok düşük koşullarda yaşıyor olsa bile, zaman içinde mutlaka kendini göstrir ve kişiye toplum içinde hak ettiği saygınlığı da er ya da geç kazandırır.

 
Cennet, Cehennem ve Tanrı’nın Dolaysız Sevgi Sahası

Bir insan ruhunun gerçek güzelliği (ya da çirkinliği), o insanın Tanrı ile olan ilişkisinin niteliği ve sözleri ile davanışlarının uygunluğu ile doğru orantılıdır ve kişinin ruhsal görünümüne de dolaysız olarak yansır. Sevgi ruhsal ışık ve ısının kaynağı olduğu için, yüksek seviyeli ruhlar, alçak seviyeli olanlara oranla, çok daha parlak, göz alıcı bir görünümdedirler. İnsanlar, Tanrı’nın sevgisinin işlerlik kazanacağı zemini, Tanrı’ya merkezli dörtlü durum temellerine bağlı olarak oluşturduklarında orada ruhsal ışık ve ısı egemen olur.
 
Bir insanın, bedeninden ayrıldıktan sonra, ruh dünyasında yaşamının başlayacağı ruh seviyesi, o insanın fizik yaşamı içindeyken ulaştığı seviyeyle eşdeğerdir. Bedenin ölümü sonrasında, pek çok kişinin yanlış yorumladığı gibi, ne bedenini terk eden ruhun sinirli bir değişimle artık hiçbir sorumluluk taşımadan cennette yaşayacağı, ne de, ruhunun düşük olması nedeni ile cehennemde sonsuza dek kalma laneti ile yüzyüze kalacağı iddiası doğru değildir. Ruhlar, ruh dünyasında da, tıpkı yeryüzü yaşamlarında olduğu gibi, gelişim sürecinin farklı aşamalarında, sahip oldukları ruh seviyesine bağlı olarak yer alırlar. Kendine merkezli hayatlar yaşayarak, başkaları üzerinde baskı kuran düşük seviyeli ruhlar, oluşum aşamasının altındaki ruhsallık alanı olarak adlandırılan cehennemde yaşarlar. Cehennem alanının yukarılarında, cennet diye adlandırılan yerde ise, Tanrı’ya inancı olan, ya da doğru değerlere bağlı kalarak bilinçli yaşamlar süren ve bağlı bulundukları grup ve kültürlere göre gruplandırılan ruhlar yer alır. Bu saha içerisinde de sahip olunan karakter özellikleri ve davranış doğrularına paralel değişik seviyeler bulunur. En yüksek seviyeli ruh alanı, ruhların, Tanrı’nın dolaysız sevgi egemenliğinin tadına özgürce varabildikleri Tanrı’nın Dolaysız Sevgi Sahası’dır.
 
Beden, ruhun gelişimine sağladığı canlılık elemanlarından ötürü, hayati bir öneme sahip olduğundan, tam bir ruhsal olgunluğa ulaşılma aşaması olan gelişim sürecinin, yeryüzünde iken aşılması gereği vardır. Yaradılış amacı olan bu mükemmelliğe, yeryüzü yaşamları süresince ulaşamayan insanlar, ruh dünyasında bir beden ayrıcalığı bulunmadığından, çabalarını halen yeryüzünde fizik bedenleri içinde yaşayan insanlarla işbirliği yaparak sürdürmek durumundadırlar. Ne var ki ruhun, bu yeni boyutta, seviyesini direkt olarak yükseltmesine yardımcı olacak canlılık elemanlarını sağlayan beden avantajından yoksun olması, onun, seviyesini yükseltebilmek için, yeryüzüne kıyasla çok daha fazla çaba harcamasını zorunlu kılar. Çünkü birey, yeryüzü yaşamında iken, ruh seviyesini direkt olarak yükseltmesine yardımcı olan canlılık elemanlarını sağlayan bir beden avantajına sahiptir. Bedeninden ayrılan ruh ise, canlılık elemanlarından, halen yeryüzünde bulunan dürüst insanlara yardım ederek, çok zaman alan dolaylı yollarla istifa edebilir. Bu konuya 9.konuda etraflıca değinilmektedir.
 
Tanrı’nın ideal dünyasında, cehennem diye bir yer yoktur ve kişi, bir kez, O’nunla mutlak birliğe ulaştığında, O’nun sonsuz ve tükenmez sevgi egemenliğinde yaşamanın zevkine varır. Bu ideal düzen, önce yeryüzünde, beden işlevini tamamladıktan sonra ise, benzer şekilde ruh dünyasında da devam eder. Bu düzenin gereği gibi işlediği bir ortamda, yeryüzündeki yaşamın sona erişi çok daha geniş, doyurucu boyutlu yeni bir yaşama geçmeye imkan sağlayacağı için ölüm olgusundan korkmak da (bugün pek çoklarının Tanrı ve ruh dünyası hakkındaki bilgisizlikleri ve aralarındaki mesafeden ötürü hissettikleri gibi), doğal olarak söz konusu değildir. Doğum olayı ile birlikte, çocuk, nasıl anne rahmindeki sınırlı yaşamından çok daha geniş ve görkemli bir zaman ve mekana geçiş yapıyorsa, benzer biçimde fizik ölümle birlikte de, ruh, beden sınırlamasından özgür kalarak, fizik dünya ile kıyaslanamayacak ölçüde çeşitlilik gösteren yeni, görkemli bir dünyaya ruh benliği ile geçiş yapmaktadır. Ruh dünyasının zevkine tam anlamıyla varılması ruh benliğin sevgide tam olgunlaşması bağlıdır. Aynı şekilde, fizik dünyanın da tam anlamı ile tadına varılması için, erkek ve kadının beden gelişimlerinin tamamlanmış ve olgunlaşmış olması gerekir.

 
Sonuç

İnsanların, yaşamlarında doğru görüş açısını yakalamaları, sonsuza dek yaşayacakları görünmez ruh dünyasının gerçeklerini anlamalarına bağlıdır. Yeryüzü yaşamlarımız, ruh dünyasındaki sonsuz yaşamlarımız için bir hazırlık sürecidir. Beden, fizik dünyasının, ruh da, ruh dünyasının birer mikrobilimi (tüm özellikleri içeren en küçük birimi) olduğu için, insan, evrende, yaradılışın merkezini oluşturan ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. O nedenle, ruh ve beden arasındaki uyum sağlanmadıkça, ruh ve fizik dünya arasında bir uyumun oluşması da mümkün değildir. Gerek ruhun, gerekse de bedenin tam olgunluğa erişerek bu uyumun sağlanması ve başlangıçtan beri insana verilmiş Üç Kutsama ayrıcalığına ulaşması ile, bedenin görevide sona erer. Yeryüzünde, bu yükümlülükten arta kalarak yerine getirilmemiş her şeyin, beden öldükten sonra, ruh dünyasında gerçekleştirilip, tamamlanması zorunluluğu söz konusudur. Geçmişten bugüne ruh ya da fizik dünyada yaşamış insanlar, işte bu yükümlülüklerin yerine getirilip, getirilmemelerine bağlı kriterler çerçevesinde, büyük bir çeşitlilik gösteren olgunluk seviyelerine göre yerlerini alırlar.
 
Tanrı’nın amaçladığı, ideal dünya olgusunda, tüm erkek ve kadınlar, yeryüzünde fizik yaşamları içindeler iken, ruh varlıklarını mükemmelliğe ulaştırmak durumundalardır. O halde bugün insanların ruhsal olarak yetersiz ve olgunluktan uzak bir yaşam sürmeleri nasıl açıklanabilir? Neden dünyamız ve insanlık tarihi, Tanrı’nın arzuladığı sevgi dolu yerine, kin, nefret, şiddet, düşmanlıklar, baskı savaşlarla dolu bir tablo çizmektedir?
 
Nedenini tam olarak çözümleyemesek bile, bir şeylerin ciddi biçimde dünyamızda ters gitmiş olduğu göz ardı edilemez. İnsanlar, daha yaradılışlarının başlangıcında, kendilerine tanınan hür irade ayrıcalığının beraberinde getirdiği sorumlulukları hiçe sayarak Tanrı’nın orijinal yaradılışındaki doğal unsurlar olan güzellik ve iyiliği acımasızca yok etmiş ve kendi ben-merkezci isteklerini tatmin uğruna o günden buyana da her yolu denemektedirler.
 
Bu kitabın ilk bölümünde, insanlığın tarih boyu boğuşmak durumunda kaldığı kötülük olgusundan uzak, Tanrı merkezli bir ideal dünya olgusunun nasıl bir yer olacağından söz edilmekte idi. Sözü edilen bu ideal dünya, kimilerinin iddia ettiği gibi asla bir fantazi dünyası değil, aksine Tanrı’nın evreni yarattığında tasarladığı her yönü ile gerçek bir dünyadır. Dolayısı ile Tanrı’nın, yaradılışı için olan iradesinin mutlaklığı göz önüne alındığında, bu iradenin gerçekleşmesinin bir ütopya olmadığı ve zaman içinde mutlaka gerçekleşeceği de daha iyi anlaşılabilir. Kitabımızın ikinci başlığı altında, Tanrı’nın planladığı ideal dünya ile, bugün karşı karşıya kalınan dünya olguları arasındaki inanılmaz çelişkinin, nelere bağlı olarak ortaya çıktığı sorusuna açıklık getireceğiz. İnsanın düşüp, Tanrı’dan uzaklaşış olayı, tek Tanrılı üç büyük dince de kabul edilmekle beraber, bu olayın gerisindeki etkenler, sonrasında yol açtığı sonuçlar ve insanlığın bütününe olan etkileri, bu zamana kadar anlatılanların ışığında, özellikle de insanın, bu sonuca gelinmesindeki sorumluluk payı vurgulanarak bir kez daha gözden geçirilip, açıklanmaya çalışılacaktır. Bu konu derinliğince anlaşıldığında, üçüncü ve son bölümde açıklanan, Tanrı’nın, düşmüş insanlığı onarmaya yönelik irade ve çalişmalarının kavranabilmesi için gerekli anlayış temeli de okur için oluşacaktır.
 
 
 

 




I Başa dön I Ana Sayfa I E-Posta I
 
 
 
Copyright © 1998 DÜNYA BARIŞI İÇİN AİLE FEDERASYONU VE BİRLİK. All rights reserved.